“Anka kuşu, ölümünün yaklaştığını hissetmeye başladığı an kendisine kuru dallardan bir yuva inşa etmeye başlar ve bunu ne olduğu bilinmeyen bir zamkla sıvar. Daha sonra yuvanın içinde güneş ışınlarının kuru dalları yakarak yuva içinde ölmeyi bekler. Yanarak ölür ve sonrasında küllerinden doğar.”
Araç kirazlı yayla yolundayım.
Hava sıcak mı sıcak üstelik asfalt yolda bu havada yürümek hiç bana göre değil. Yolun her iki yanında büyük ağaçlar gözüküyor. İçeri doğru büyük bir orman var. Serin ve karanlık gölgesi beni çağırıyor. Çağrılan yere gitmek, davete icabet etmek gerekir.
Kendimi ormanın koynuna bırakıp o serin ve koyu gölgeliğine sığınıyorum.
Dilimde bir eski zaman türküsü, elimde neredeyse benimle yaşıt (subliminal mesaj) makinem keyifle geziyorum. Böyle yerlerde tek başıma yaptığım yürüyüşleri çok severim. Kendime arkadaş sadece kendim olur. İç sesimle, dışımdaki ben konuşur.
Muhasebe yaparız. Gelen giden, kazançlar kayıplar. Defteri kebir açılır ve bakarım ki; kazançlar hanesi boşken kayıplara sayfalar yetmez. Ormana gelmişim bırak beni kendime diyerek kapatırım o kara defteri açarım makinemi.
Beni bilen bilir ormanlara gelir giderim yıllardır.
-Ne getirdin, diyenlere makinemin hafıza kartını gösteririm
-İnanılmaz bir dünya,
Ne bıraktın orada diyenlere de botumu gösteririm,
-Ayak izimden başka hiçbir şey…
Bir de hafıza kartına sığmayan, kaydedilmeyenleri, kuşların cıvıltısını, ağaçların rüzgârda söylediği türküleri, karıncaların, böceklerin bilinmeyen dünyasını. Onları da yüreğime kaydettim. Başka yere sığmıyorlar çünkü.
Ağaçların Taç utangaçlığı nedir hiç duydunuz mu?
Böyle ormanlarda geziyorsam arada bir mutlaka sırt üstü yatıp gökyüzüne bakarım. Ağaçların kardeşliğini, güneşi, kaynakları nasıl eşit paylaştıklarını, yan yana, sırt sırta yaşayanların da kavga etmeden birlikte bir hayat sürdürülebileceklerini anlamaya çalışırım.
Gürgenler, Köknarlar, Kayınlar Çamlar birbirine ne kadar yaklaşsa da bilirim ki “Ağaçların taç utangaçlığı” vardır.
Utanırlar bir başkasının güneşini kesmeye, gölge etmez kimse kimseye. “Bir ağaç gibi özgür ve bir orman gibi kardeş”liğin hikâyesini anlatırlar bize.
“Taç utangaçlığı, bazı ağaç türlerinde sık olarak bulundukları ortamlarda ağaçların taçlarının birbirine değmediği, kanal benzeri boşluklarla bir gölgelik oluşturduğu gözlenen bir fenomendir.”
O de nedir, nasıl oluyor ki diyenlere aynı türden ağaçların olduğu bir ormana, (kayın, köknar, çam gibi) giderseniz kafanızı kaldırıp yukarı bakın derim. Ne demek istediğimi göreceksiniz.
Yayla yollarında bir soyut tablo…
Elimde makinem, dilimde bir türkü var. Yayla yollarında geziniyorum bir başıma. Kulağımda eşsiz bir müzik var. Tepemdeki ağaçlardan gelen kuş seslerinin türküsünü duyunca ben susuyorum. Doğa için çalın kuşlar diyorum.
Ormanın tabanı yeşil yosunlarla kaplı, yumuşacık serin anlatılmaz bir güzellikle yürürken yamaçta gördüm onu.
Yıkılmış ölmüş bir yüzyıllık bir ağaç kökünden geriye kalan parçasının ortasındaydı. Durdum uzun uzun seyrettim.
Karşımda sıradan bir doğa olayını değil de sanki bir roman, şiir, film kısaca yeniden doğuş, ölüm, umut gibi duyguları olanca çıplaklığı ile anlatan soyut bir tabloyu seyrediyordum.
Minik bir fidan ölen ağacın ortasından dünyaya merhaba demişti.
Belki de o da yüzlerce yıllık bir ömür sonrasında yıkılacak devrilecek bir tohuma yuva olacak böyle devam edip gidecek bu devran.
Tıpkı küllerinden doğan Anka Kuşu gibi.
Geçen yıllarda Taşköprü’de Orman yangınları oldu, toprak da taş da ağaçlarda kapkara geçti. Tek bir yeşil kalmadı.
Hayatın bittiğini düşündüğümüz o anlarda o karamsarlığın çöktüğü anlarda ne oldu biliyor musunuz?
İlk yağmur sonrası değil toprakta taşlarda, kozalaklarda, çayır misali biten o çam fidanları baş gösterdi. O kara küller gübre oldu tohuma ve küllerinden yeniden doğdu ormanlar.
Bir yaz günü yayla yollarından bir “Balıkçı Şef” geçti.
Elinde makine, ayağında botlar dilinde bir türküyle.
Kendini kendine yoldaş edinmiş konuşurken
Bir su birikintisinde semender, iribaş, kurbağa peşinde koşarken,
Ağaç kütüğünde yeniden hayat bulmuş fidanı bir çocuk gibi severken,
Yayla evlerinin arasında bulduğu çocuklarla fotoğraflarını çekip çekmeme konusunda çekiş ederken,
Köyün yaşlılarıyla cami önünde oturup eee şimdiki gençler de hiç laf söz dinlemiyo, ahir zamandır diye ahkâm keserken,
Bir Balıkçı Şef geçti…
Geride ayak izi, elinde makinesi, içinde çektiği fotoğraflar, dilinde türküsü ve küllerinden yeniden doğan bir ağacın öyküsü kaldı.
“Yazılmamış bir tarihim şimdi ben – tanık olun
Yaşamımı bir tohumun içine bırakmak istiyorum.
Ahmet Erhan/Yeniden Doğuş
…
Cebrail Keleş/ Balıkçı Şef
31 Ağustos 2023 Araç/Kirazlıyayla