Eyyy Ilgaz, sen bana babamdan kalan miras değil, evladıma, torunuma olan borcumsun.
Tanrıların sofrası: Olgassys (Ilgaz)
O Ilgaz ki; sadece kuru bir dağ değildir.
Benim terk etmeyen sevdamın adı, gönlümün sol alt köşesi,
Kuytularına sırlarımı, zirvesine dertlerimi emanet ettiğim, ne zaman hasretlik çeksem, ne zaman gurbette sevdiklerimden uzağa düşsem sevdiklerime bulutlarından selam yolladığım dağımın,
Her gördüğümde, seslendiğimde içime ığıl ığıl akan doğan ilk torunumun adıdır.
O Ilgaz ki;
“O’nu görmediğim her yer benim için gurbettir” dediğim tek yerin adıdır.
…
Benim Ilgaz’a olan sevdam da tıpkı Nazan Bekiroğlu’nun “Yusuf İle Züleyha” romanında anlattığı Züleyha’nın sevdası gibidir. Nasıldı o sevda,
"Züleyha, Yusuf'a bir mektup yazmaya başlayınca “Yusuf” diye başladı, “Yusuf” diye bitirdi. Gördü ki hitaptan öteye geçemedi. Anladı ki aşkın namesinde ser-nâmeden öte kelam yok. Ve Züleyha'nın lügatinde, “Yusuf ”tan öte sözcük yok."
Ben de sevdim mi Ilgaz kadar severim diyen Balıkçı Şef’in lügatinde Ilgaz’dan öte sözcük yok.
Benim de Ilgaz diye başladığım her şey, Ilgaz diye bitiyor.
…
Her nasip vaktine esirdir…
Gelin biraz geçmişe gidelim. Ilgaz’la tanışma öncesine.
Aile olarak bizim biraz farklı bir hayat öykümüz oldu.
Uzun yıllar boyunca göçebe memuriyet hayatımızda birçok ilde yaşadık, oradan oraya konup göçtük. Savrulduk o taştan bu taşa dereye düşen sonbahar yaprakları gibi.
En nihayetinde bu topraklara ulaştığımızda çok sevdik burayı. Tıpkı Orta Asya’dan yola çıkıp Anadolu’ya gelen atalarımız gibi biz de burayı yurt belledik, soranlara da artık buradan öte yol yok, burası bizim ebedi vatanımızdır, memleketimizdir dedik.
Kastamonu son durağımız, Ilgaz da bizim memleketimizin sembolü oldu. Uzaklara giderken en son onunla vedalaştık, dönüş yolunda ilk onu görünce artık geldik memleketteyiz dedik.
Tatilde, uzaklarda nerelisiniz diyenlere, önce Ilgaz’ı anlattık
Hani bir dağ var ya Ilgaz, türküsünü bilirsiniz Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın işte biz oralıyız.
İşte böyle, artık Ilgaz bizim yerimiz, yurdumuz, memleketimiz oldu.
İlk gördüğüm günden bu yana aramızda görünmez bir bağ, bir yol oluştu. Bozkırın tezenesi merhum Neşet Ertaş bir türküsünde bunu şöyle anlatmıştı, “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez…”
Belki geç oldu Ilgaz’la tanışmamız ama ne derler “Her nasip vaktine esirdir”
…
Ilgaz’ın zirvesine baba oğulla yolculuk…
Bu şehirde kök saldık. Dalımız budağımız oldu. Çocuklarım büyüyüp onların da çocukları oldu. Kısaca burası yurdumuz oldu.
Ailem her ne kadar büyüdü desem de, bu şehirde kimsesizliğimizi, yalnızlığımızı paylaştığımız kan bağımdan tek kişi “Oğlum”, can bağımdan da sadece Ilgaz var.
Cemal Süreya diyor ya;
“Dedim ya… Eylül’dü.
Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.”
…
Ben de serin bir eylül ayında kan bağımdan oğlumla can bağıma, Ilgaz’a gitmek için düştük yola.
Yol belli, yolcu belli, gideceğimiz yer belli.
Yıllardır gide gele ezberledik taşını, ağacını, çalısını. Mevsim yaz sonu, sonbaharın ilk günleri. Kuşburnular üvezler kıpkırmızı olmuş. Kabalaklar artık gelecek sezona hazırlanmaya başlamışlar, otlar tohuma, ağaçlar meyveye durmuş.
Ilgaz Dağının zirvesinde…
Yol çok güzel sadece onu anlatmaya sayfalar yetmez o yüzden hızlıca yol alıp Hacet zirveye çıkıyoruz. Burasını nasıl anlatmalı ki, üstelik “Ilgaz deyince kalem elden düşüyor”
Oturuyorum zirvede bir yere, içime Ilgaz’ı çekiyorum doya doya. Bulutlar, gökyüzüyle yeryüzünün sınırında dans ediyor. Dağın yamaçlarında ise kara kışlara, fırtınalara, yıldırımlara, yağan karlara direnebilen üç beş karaçam, yayılıcı ardıçlar, ahududular, böğürtlenler, her çeşit çiçek çalı bitkiler gözüküyor.
Yaylacıların hayvanları yeşilliklerin arasında kahverengi lekeler şeklinde gözüküyor bir ressamın boyasından tuvale damlamış gibi.
Merada, mutlu bir şekilde karınlarını doyuruyorlar.
Tanrıların sofrası: Olgassys (Ilgaz)
Zirvedeki mezarların başında dua ediyoruz. Jeoloji Y. Mühendisi oğlum Metehan mesleği gereği elinde çekiç kayaları dikkatlice incelemeye başlıyor. Ben de fotoğraf çekiyorum.
Sonra zirvede oğluma Ilgaz’ı anlatıyorum, Ilgaz’ın zirvesinde dilimin döndüğünce.
-Burası Ilgaz; mitolojide Tanrıların sofrası, bizim için de hacetimizin dile geldiği, dualarımızı en yüce yerden, en yüceye aktardığımız özel bir yer.
Ilgaz’ı niye bu kadar seviyorsun diye soruyorsun ya oğlum,
Bu dağ da tıpkı bana benziyor, o da ne derdini söyler, ne de söylediğini bir duyan olur. Her zaman yapayalnızdır. Yaz aylarında tepesinde süzülen yaban kuşları, kayalarında açan bir iki çiçek dışında kimi kimsesi yoktur.
Bildiği tüm türküler yalnızlık, hasret, dertler üstünedir.
Memleketin her taraftan görünse de kimsenin göremediği, fark etmediği bir abidedir.
Oysa Ilgaz bu,
Sokul koynuna bak bakalım hiç göremediğin ne güzellikleri saklar, ya da kulak ver gürgenlere, deresindeki balıklara, ormandaki geyiklere neler anlatıyor.
Bağrından süzülüp gelen sudan bir yudum iç,
Bulutların dansını izle, o bulutlardan dökülen yağmur damlalarını yüzünde hisset. Yıkan bu en temiz suyla, zirvelerden esen rüzgârlarla kurut saçlarını.
İşte ben bu yüzden Ilgaz’ı çok severim, onda kendimi bulurum oğlum.
-Baba doğru dersin, bak ben de Ilgaz’ı çok severim bilirsin. Ben de bir öykü anlatayım sana…
Hep yalnız değildi Ilgaz.
Bir zamanlar milyonlarca yıl öncesinde dünya şekillenirken, buralar hep deniz, derya idi. şimdi durduğumuz yerde yaşayan, özgürce gezinen balıklar deniz canlıları vardı. Denizin dalgalarında yüzen binlerce farklı hayat vardı.
Gün geldi devran döndü.
Denizler çekilip dağlar yükseldi.
O günlerden geriye sadece birkaç kayanın üstünde kalan izler kaldı. İşte bak burada fosil dediğimiz doğanın yazdığı tarih kitabı önümüzde açık. Okumayı bilen için her şeyi tek tek anlatıyor. Sen Ilgaz’ın doğasının öyküsünü onların dilinden dinliyorsun. Bana da bu taşlar kayalar, fosiller kendi dillerince hikâyelerini anlatıyorlar.
Ilgaz hakkında kim ne demiş?
Kim ne derse desin, ister milyon yaşında bir fosil, isterse yayladaki çoban hepsi aynı şeyi anlatıp, aynı şeyi söylüyorlar.
Kimi şiirle, kimi romanla anlatmış bu dağı.
Yazı bulunup, medeniyetler birbiri ardına bu diyarlardan gelip geçerken herkes Ilgaz’a bir şeyler yazmış.
Tarihçilere bakarsan; Ilgaz Dağı en eski uygarlıklardan günümüze her çağda, efsanelere konu olmuş ve her dönem yüce bir dağ olarak tanımlanmıştır. Antik devirlerde her yanının tapınaklarla dolu olduğu belirtilmiş.
Hatta hızını alamayan mitoloji yazarları “Ilgaz ve onu en yüksek noktası olan Hacet Tepe, tanrıların buluştuğu bir sofra olarak geçer.”Diye tanımlanmış.
Gelelim bizimkilere;
Arif Nihat Asya, “Dağlar” adlı şiirinde: memleketin kubbeleri olarak dağları sayarken Ilgaz’ı unutmamış.
“Dağlar var karanlık, dağlar var beyaz,
Korka korka eteğinden öper yaz;
Ağrıdağ, Babadağ, Gâvurdağ, Ilgaz
Kubbelerdir.. Dolaşır, aşılmaz. “
…
Komşumuz Çankırılı şair Zeki Ömer Defne de, “Ilgaz” şiirinde:
“Yıldızlar çamlara değer de geçer,
Gün burada başını eğer de geçer,
Sular dizlerini döğer de geçer.
Bir Ilgaz, er Ilgaz, Ilgaz, yâr Ilgaz!
Diye yazmış.
Balıkçı Şef de;
Hacetin zirvesindeyim.
Yanımda oğlum, karşımda memleketim,
Elimi uzatıp bir parça bulut koparıyorum gökyüzünden.
Ve Ilgaz’ın zirvesinden aşağı bakıyorum,
Saçlarımın arasında dolaşan serin rüzgârları
Gürgenlerin söylediği türküleri dinliyor.
Kayalarda açan beyaz çiçeklerini seviyorum.
Yağmurun yıkadığı kayaları, Kar kaplayan tepelerini,
İçimizi üşüten soğuğunu, Ben bu dağı çok seviyorum.
Niyedir hiç bilemiyorum.
Diye yazmış.
Cebrail Keleş/Balıkçı Şef
2 Eylül 2024- Ilgaz Dağı