KASTAMONU’DA BİR YAZ GECESİ RÜYASI

Türkçede ve Türkiye'de kullanılan resmi takvim sisteminde "Haziran" olarak zikredilen ayın kökeni, Süryanicede 'sıcak' anlamına gelen "Hazıran" sözcüğüne dayanır…

Yaz gündönümünde ( 21 Haziran), güneş ışınları Yengeç Dönencesi'ne dik açıyla düşer. Kuzey yarımkürede gündüzler kısalmaya, güney yarımkürede uzamaya başlar.

Bu tarih, kuzey yarımkürede yazın, güney yarımkürede kışın başlangıcı sayılır. Güney yarımkürede en kısa gün, kuzey yarımkürede en kısa gece yaşanır. Kuzey yarımkürede gölgelerin en kısa olduğu gündür.

21 Haziran gününü geride bıraktık. Artık resmi olarak yaz başladı. Zaten son günlerde mevsimlerin zamanı şaştı. Ne zaman yaz geldi, ne zaman bahar geldi geçti anlamadık bile. Sonbahar hiç olmadı, kışın kar yağmadı, bahar inanılmaz bir hızla geçti.

Haziran ayının sonunda sıcak mı sıcak, yoğun, yorgun ve anlamsız bir günün sonunda artık eve gitmenin vakti diyerek düştüm yola. Aklımda evimin huzuru, dilimde birkaç dize var.

Ne diyordu H. Hüseyin Korkmazgil’ “Haziran’da ölmek zor” şiirinde.

Cebrail Keleş (1)-1
“İşten çıktım

Sokaktayım

Elim yüzüm üstüm başım gazete”

Niye yazıyorum?

Yaşlıyım, yorgunum, yılgınım.

Yıllardır her türlü platformlarda elimden geldiğince, kalemimin yettiğince yazmaya gayret ederim. Ve bazen kendime sorarım, -Niye kimsenin okumadığı yazıları ısrarla yazmaya devam ediyorum diye. Bunun cevabını ben, Sait Faik Abasıyanık üstadın “Haritada Bir Nokta” hikâyesinde buluyorum.

"söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm.

Yazmasam deli olacaktım."

Benim de elim yüzüm üstüm başım, kelimelerle dolu. Kafamın içinde şiirler, sözcükler, hikâyeler, dönüp duruyorlar. Konacak yer bulamayan deniz kuşları misali bir kara/kâğıt parçası arıyorlar. “Yazmasam deli olacaktım."

Cebrail Keleş (3)-2

Evin önündeyim. Yüzüme serin bir esinti çarpıyor, girişteki erik ağacına bakıyorum. Benim takvimim bu ağaçtır. Mevsimleri yapraklarından, dallarından, meyvesinden takip ederim. Hiç şaşmaz, hangi mevsim olduğunu erik ağacım söyler bana. Duvarda asılı üzerinde rakamlar yazılar olan takvim değil. Ağaç dallarının yükseklerinde çocukların ulaşamadığı ince dallarda kalan eriklerin rengi sarıya dönmüş, yere dökülmeler artmış.

Yaz gelmiş diyorum kendi kendime.

Hava çok sıcak, kızdırıyor mübarek dağı taşı. Gün dönümü fırtınası öncesi, kararsızlığı var. Bunun arkası zıkı bir yağmurdur demedi demeyin.

Ben kış insanıyım, sevmem yazı sıcağı. ne böyle sıcak havalara, ne de tepemde asılı durup beni tavuk gibi kızartan güneşe karşı hiç sempatim olmadı. Sevemedim o yapış yapış sıcak havaları. Bu yeni bir şey değil, kendimi bildim bileli sıcaklarla aram hiç olmadı. Bir yerde okumuştum, kış aylarında doğanlar sıcaktan pek hoşlanmazlarmış. Rahmetli anam da benim karlı bir kış günü doğduğumu söylerdi. Demek ki doğuştan bağlanmışız, kara kışa, sonbahara, yağmura, fırtınaya.

Çay boyunda romantik geceler…

Sıcak yaz günü karaçomak kenarında çay boyunda yürüyorum.

Çınarlar gündüz gölgelik yapmış, gece dinlenmeye çekilmişler. Hışırdıyorlar en ufak esen rüzgârla.

Yemyeşil bir ışık nehri akıyor Kastamonu’nun ortasında. Çınar yapraklarının hışırtıları Karaçomağın akışına karışıyor.

“Geceleyin karanlıkta

Suya attım ben sesimi

Türkü oldu birdenbire”

Geceleyin şiirinde Ülkü Tamer’ diyor ya, benim sesim de türkü oluyor karışıyor Karaçomak deresine. Gökırmak’tan Karadeniz’e doğru o uzun ince yolda o kayadan bu kayaya çarpa çarpa gidiyor.

Kastamonu’da benim değişmez nirengi noktalarım var. Kale, kule ve dere. Yol, iz, tariflerim hep bunlar üzerinden olur.

Aşir efendiden saat kulesine nasıl çıkılır?

-Eee şefim bize bir tarif et Aşir efendiden kuleye nasıl çıkarız hele bir yol anlat bakalım.

-Hımmm şimdi sen diyorsun ki Aşir Efendi önündeyim ve Saat kulesine nasıl çıkarım?

Aslında çok kolay bak şimdi, kaleye sırtını ver, Nasrullah şadırvanının önünden yürü, karşına dere çıkar, bazıları kambur dese de aldırma ama Nasrullah Köprüsünden geçerken sadaka taşlarına bir merhaba demeyi de unutma. Karşı tarafta kuyu dibindeki iş bekleyenlere selam verip, postane önünden vur kendini yokuşa. Sağına al Şerife bacımın heykelni, soluna askerlik binasını, Hükümet binasının önüne gelince dur bi soluklan.

Geriye dön şehri seyret.

Kent tarihi müzesinin önünden geçip merdivenlerden çık sokağa, karşıda Çetin Ustamın vav sanat merkezinden donra hemen yanındaki Abdullah Civliz dostuma ait Nihavent konağına varınca bir mola daha ver.

Gir içeri selamımı söyle, bir nihavent şarkı bir de külde demlenmiş kahve iste. İlimizin sesiyle, tanıtım için yaptığı medya çalışmalarıyla sevilen yeteneklerinden olan Abdullah Civliz’le kahve eşliğinde turizm sohbeti yap.

Acele etme iyice bir dinlen, çünkü az sonra epey bir yokuş tırmanacaksın. Bir solukta çıkılmaz bu kadar merdiven. Ahmet Haşim ne diyordu;

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

İçtiğin kahveye gönül ve damak lezzetini kaliteli bir sohbet katıp şiir tadında bir konaktan ayrılmak zor olsa da madem kule hedefimiz, “haydi Abbas vakit tamam” diyerek çıkacaksın merdivenlerden usul usul. Eteklerinde tarihin bin bir renkli konakları…

Tırmanırken sırtın şehre, yüzün kuleye dönüktür.

Her bir çıktığın basamakta kule büyürken arkanda kalan şehir kalenin altına doğru açılmaya başlar. Hiç acele etme, arada bir durup geri dön ve şehri seyret. Kalenin eteklerindeki kadim mahalleleri, ahşap konakları seyrederken, mutlaka Ahmet Hamdi Tanpınar’ın  “Beş Şehir” adlı eserinde dediği gelsin aklına. "Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı.

Hemen alt sokaktaki o bitişik nizam evlere dikkatli bak, bir zamanlar taş baskının takırdamalarından geçilmeyen. Pencerelerinde o eski ustaların izlerini fark edebilirsin.

Kulenin yanına vardığında oturmadan evvel şöyle bir göz at etrafa. Karşıya bakınca taa uzaklarda kalenin yanında inci tepesini, hemen altta Yakup Ağa cami ve külliyesini, aşağılarda ise Nasrullah Camisinin kubbelerini görürsün. Artık saat kulesindesin keyfini çıkarmanı gelmiştir.

Sırtını kuleye yaslayıp karşıdaki kaleyi, şehri seyretmek için bir masa bul.

Demli bir çay iste.

Çalan müziğe kulak var, bak ne diyor.

“Bir başkadır benim memleketim.”

Kuleyi sormuştun, nasıl çıkarım diye. Adres böyle ama ben hiç bu yoldan çıkamadım.

Ne zaman çıkmaya kalksam daha Aşir efendide başlarım deklanşöre basmaya. Kuş evlerini çekmekten şadırvana ulaşmam 1 saati bulur. Camiyi, şadırvanı, Münireyi çekeyim desem akşam olur bir türlü ulaşamam kuleye.

Yorulurum yürümekten,

Çekmeye doyamam, bakmaya kıyamam…

Dört kişiyle çay boyunda yürüyen şef…

İşte yine bir haziran gecesinde kaleyi karşıma, kuleyi yanı başıma ve dereyi de yoldaşım yapıp yürüyorum amaçsızca.

Gece çökmüş.

Kale, kule, dere üçlüsüne kendimi de dâhil edip, dördümüz konuşmadan ilerliyoruz.

Derenin şırıltısıne, yaprakların hışırtısı karışıyor. Başka da hiç ses yok.

Cebrail Keleş (2)-1

İhtiyarlık, yalnızlık, bir de ben,

Bir de karasevda,

Dördümüz konuşmadan yan yana yürüyoruz.

Her birimiz tek başına yürüyor ama yan yanayız,

Aklıma Nazım Usta’dan bu şiir geliyor. Biz de dört kişiyiz biz de konuşmadan anlıyoruz birbirimiz.

Bir yaz gecesi rüyasıydı ve çay boyunda dört kişi konuşmadan gidiyordu.

Yaz başlangıcı, gün dönümüydü.

Birinin eli yüzü gazete içindeydi,biri sesini suya atmış,türkü olmasını bekliyordu.

Bir diğeri ise Ilgaz’a kara sevdalı bir meczuptu.

Dedim ya bir rüyaydı, hiç görülmeyen, hiç uyanmak istenmeyen bir yaz gecesi rüyasıydı.

Rüya bitti, gece karanlığa döndü ve gün dönümünde, çayboyunda yeşil bir ışık selinde dört karaltı sessizce yürüyüp kayboldular karanlıkta.

21 Haziran 2024- Kastamonu
Cebrail Keleş- Balıkçı Şef