Laf duttan çıktı, karadut olsa hadi bir nebze ilgimi çekerdi, beyaz dut…
“Ağaç yıkılıyor duttan” dedi, “Zamanı geçmeden illa gelin”, çay da demlermiş.

Dutun zamanı geçer, meraklısı da değiliz hani geçerse geçsin, olsa da olur olmasa da…
Korkum, hakikatli insandan feyz almanın vaktinin geçmesi, kazası olmaz.

“Olur” dedim…
Araya cevizli burmalı çörek katmayı ihmal etmedim, bu sefer “Olur” kelimesinin telaffuzu ona düştü, huyu gereği dünyaları verir olmayana.

Yemin aldım, burmalı çöreğe ne tereyağı ne de kıkırdak konulacak, “Aman ha”…
Ceviz de olmasa olur, lezzet değil, pişen hamurun hikayesi lazım değil mi bize?

Hamdı, yandı, pişti…
Bu nasip peşinde değil miyiz?

Vardık bir akşamüstü maaile…
Dost kervanı hazırdı vaktinin geçmesinden korkulan dut ağacının kök verdiği bahçede.

Yolumuzu mu gözlüyordun ey yağmur, bereketine eyvallah da, garaja hapsettin cümlemizi bak…
Tel örgüden bakıyor tüm şefkatiyle Bay Doberman.

Korkulacak insandır bu devirde…
Köpeğin vicdanına kurban olalım.

E dut başköşede, şaşırmadım, hakkını yemeyeyim iri mi iri taneli…
Tatlıdan tuzluya el emeği, semaverde çay, dilde öğretici sohbet.

“Zorluklar içinden geçmeseydim bugün bu kadar güçlü olamazdım” dedi lafın bir yerinde…
Alacağımız “feyz” buydu işte.

“Zorluklar”, “Güçlü olmak”, “İyilikseverlik”, “Daim gülebilmek”…
Bu 4 kelimeyi cümle içine doğru yerleştirdiğinizde dut ağacının sahibi kadın karşınıza çıkıyor.

Zorlu koşullar genelde insanı “iyiliksever” değil “zalim” yapar oysa…
Ki en tehlikeli zalim onlardır.

Tam tersi o…
Ömrünü iyiliklere, dayanışmaya, düşeni yerden kaldırmaya adamış bir insan.

Çelikten örülmüş pamuk bir yürek…
Nasıl mı olur, oluyor işte, görmesem anlatamam.
 
“Gülmek isteyen bana gelsin” sözü apayrı bir mevzu…
Boş vermişliğe vurmaktan değil, umursamamaktan da değil, şerrin hayrını görebilmekten geçiyor gülmek.

Komediye dahi gülemeyen insanlarla doldu yalan dünyamız…
Dramdan gülünecek pay çıkarabilene aşk olsun.

“Toprak Su’da çalıştım” deyince anladım irfanının sebebini…
4 elementin ikisi meslek gereği mevcut, aldığı “hava” ile piştiği baki “ateş” denkleme eklendi mi, tastamam işte.

“Toprak, su, ateş, hava”…
Bir araya getirebilen beri gelsin.

YSE, Köy Hizmetleri, özel işyeri…
Emek üstüne emek.

Kemal Tahir’in ünlü romanının isminden uydurayım iyisi mi, “Eski şehrin insanları” olmuşuz, eski simalardan ne çok tanışığımız çıktı konuştukça…
Saymakla, anlatmakla, anmakla bitmedi.

Yoksa biz bu vaktin “Esir Şehrin İnsanları” mıyız?..
Bizi kopmaz zincir halat ile bağlayan ne bu şehri bivefaya?

Yeşil bahçenin ortasındaki tek katlı evin garaj sundurması altında oturuyoruz…
Evi kullanımını bilabedel depremzedelere vakfetmiş.

Kafamı çıkardım sundurmadan, iki komşu dev apartmanın ortasında isyankar bir ada gibi tek katlı ev, ne de yakışmış…
“Asla vermem müteahhide” dedi.

“La havle”...
“Her türlü değişimin ve gücün kaynağı Allah’tır”.

“Vakti merhun” olmadan…
 “Olan oldu” denebilir mi?
Mustafa Afacan Köşe (1)-14

“Niye ‘Derman Teyze’ diyorlar sana?” dedim…
Sorduğum sorunun gereksizliğini anladım kelimeler henüz yere düşmeden, her derde derman olmak için koşturduğunu nasıl aklımdan çıkardım, benimkisi toyluk tek kelimeyle.

Varlığına şükredeceğiniz insanlar olmalı etrafınızda…
Fedakarlıklarına, vefakarlıklarına, serdengeçmelerine hayran olacağınız, kendinize örnek alacağınız, özeneceğiniz tanıdıklarınız, arkadaşlarınız, dostlarınız olmalı.

Size de sütün olurlar…
Yıkılmazsınız.

Tanışıklığımı öğrencisi olmaya evrilttiğim bir ablam o…
“Beyhan Yahyaoğlu Demirkapılı”.

“Hayat Bilgisi” öğretmeni…
“İnsanlık öğretmeni”.
Mustafa Afacan Köşe (2)-14

“İyilikseverlik anıtı”…
Emeği daim ve baki olsun.