Pırlaklar’a doğru çıkarken Edip Nazlı içlendi, “Kaç kişi vardır şimdi bizim gibi dağ havası almaya giden, eskiden memleketin yarısı bu saatte Kadıdağı’nda olurdu, şimdi tersi” dedi, sustuk…
“Muhabbet bağları” çürümüş bir çağda yaşamanın kekremsi tadını hissettik damaklarımızda.

Onaylamasını hiç beklemezdim Oktay Kaynak’ın, onayladı, meğer yola çıkmadan önce aralarında sulh yapmışlarmış ezeli rakibi Edip Nazlı ile…
Birbirlerinin tavuklarını “kışt” demediler akşam boyu. 

Uzunyazı sapağında “Ahmet Mekereci, İskender Günen ve Hasan Tekebaş” bekliyordu iki ayrı otomobilde…
Topçuoğlu ekmeğinin köşesini çaktırmadan kopardım, ne kahvaltı ne öğle yemeği, mideme düşen ekmek tanelerinin kuru zemine çarpma sesini duydum.

“Caba nerede?” diye sordum Kemal Altar Kütükoğlu’na…
“Bagajda” dedi, “Dökülmese bari” diye içimden geçirdim, kaç gün boyunca süren laf düellolarına sebep olmuştu nihayetinde.

Aslında önceki hafta Pazartesi için söz kesilmişti, Ahmet Mekereci’ye sorarsanız “ondan önceki Perşembe” tarihinde iddia ediyor, güya eczaneye gelmiş de kimseyi bulamamış…
Çoğunluğun fikri ise tarihin Pazartesi olduğu istikametinde ve programın Ahmet Mekereci’nin şehir dışında olması sebebiyle yapılamadığı şeklinde.

“Tatildeydim” savunmasını verdi Ahmet Mekereci…
Edip Nazlı racon kesti “Tatil, caba programını ertelemeye gerekçe olamaz.”

İçinde güveç yer alan cabayı itina ile bagajdan aldık…
Bir ağzına kadar dolan olan koca cabaya baktım bir de 7 kişiden mütevellit ekibe, dibini bulur mu bu ekip, cüsselere bakınca sıfır tereddüt.

Edip Nazlı adam başı yarım kilogram “çık et” üzerinden reçeteyi vermiş Ahmet Mekereci’ye…
“Azı yetmez” diyor.

Mustafa Afacan Köşe (2)-19

Meşhur hikayedir… 
Kastamonu Ticaret ve Sanayi Odası’nın cabası üzerine yoktur en ve boyda, rica edip emaneten almışlar vaktinde, Bakırcılar Çarşısı’nın namlı ustaları Çilingir Niyazi ve Muharrem Hamaloğlu hayatta, isim vermeyelim şimdi, iletişim eksiği nedeniyle alınan et az kalmış, Kastamonu’nun en cüsseli cabasına 2 buçuk kilogram et ne eder? Kadıdağı’nda cabanın örtüsü açılmış, içinde bulabilirsen et bul, Edip Nazlı “Patates bulabilenler şükretti” diyerek durumun vahametini anlattı.

Güvecin içini Kemal Altar Kütükoğlu hazırladı Plevne’de ve odun ateşinde saatlerce pişirdi…
Plevne “döktürmüş”. 

Dana kaburga…
Her parçadan en az et kadar yağ sarkıyor iyi mi?

Çatal yağa değmezse ve yağ çiğnenirken ses gelmezse…
“Güveç kaç para?”

Tabağa hacet yok…
Güveç cabadan yenir, hatta, çatal ve kaşığa da gerek yok.

Edip Nazlı ve Ahmet Mekereci’de “hijyen takıntısı” var…
“Hijyen olan yerde lezzet olmaz” diyorlar.
 
Cabanın şoför mahalline oturmak hünerdir…
Edip Nazlı öyle etti böyle etti cabanın dibine oturdu, derler ya “evden ayağını atsan denizdesin”, dans etti cabayla.

İlk ekmeği İskender Günen “düşürdü cabaya”…
Yarım dilim ebadındaydı.

Edip Nazlı ekmeğe takıldı, “Güveçte dilimlenmiş ekmek olmaz, koparılarak yenir ekmek” dedi, cüsseli ekmek parçası olması lazım haliyle…
Gerçi dilimli ekmek ile et parçasını kepçe gibi kaldırmak ve ağza götürmek mümkün oluyor, başparmağı cabaya daldırmaya gerek kalmıyor, el kol az “batıyor”.

Güveçte ilk patatese yapıştım, derdim niza çıkarmak, “Güveçte patates olur mu?” diye fitneyi saldım…
İki patates fazla konulduğunda fikir birliği sağlandı.  
 Mustafa Afacan Köşe (1)-19
Ahmet Mekereci tam bir “kuyruk yağı” hastası, cabanın dibine kuyruk yağını döşetmiş, aman Allah’ım dipteki o yağları bulacağım diye kaç kere dalıp dalıp çıktı cabaya…
“Bir güveç bundan daha güzel olamaz” diyerek kesti attı.

Edip Nazlı filmi geri sardı, vaktiyle Nasrullah Köprüsü’ne komşu Lokantacı Kazım’dan laf açtı, “Sadece kuyruk yağından şiş yapardı” dedi, yerel ifadeyle “kakırdak”…
“Hepimiz (ayran) içmeyi orada öğrendik” diye devam etti.

Oktay Kaynak Kastamonu’nun üstat güveççisidir, “bilirkişi” desek yeri, altına imza atmağı evrak tedavüle çıkamaz…
Damadının güvecine tek laf etmedi, mutluluğu gözlerinden okunuyordu, şendi.

Hasan Tekebaş baktı cabaya ulaşım zor, tabak yaptı kendine, o tabak kaç kere doldu boşaldı…
Cabanın yüzey seviyesini azaltmakta şampiyon kesinlikle o oldu.

İskender Günen az ama öz yedi, hala o İngiliz milli takımını İstanbul’da yıkan formunda, hiç mi eksilmez bir insanın klas katsayısı…
Aynı masada cabaya ekmek düşürmekten gurur duyduk.
  
Eski Site Sineması’nın (Özel İdare İşhanı) olduğu alan eskiden bahçe, İskender Günen’in futbol topuna ilk dokunduğu yer orası ve Adliye’nin arkasındaki bahçe…
Merkez Ortaokulu Bahçesi’nde (Kastamonu’nun Wembley’i) maç yapmak için sıra beklediklerini anlattı, zamanın futbolcularını, hey gidi hey.

İskender Günen “futbolcu” ve “spor insanı” olarak bilinir…
“Düşünür” olduğunu da aktarmış olalım, ortaokul yıllarında Kastamonu Lisesi bitişiğindeki İl Halk Kütüphanesi’nin müdavimi, hayatını değiştiren kitap ise “Küçük Prens”.

Cabanın dibi sıyrıldı…
Akşam bitti ama muhabbeti aylarca sürer.

Belki de asıl dert odur…
Birlikte gülebilmek ve hatıra çıkınını doldurabilmek.

Edip Nazlı iki lafın birinde “Ne güzel oldu da buluştuk” deyu deyu her birimizin hislerine tercüman oldu…
Biz o akşam çocuklar gibi şendik.