Son dönemde Üniversitelerde kalite ve akreditasyon konusunda bayağı önemli hareketlenmeler var. Öğrenciler, sanayiciler ve işverenler, kamu kurumları ile üniversite personellerinin toplantıları oluyor. Karşılıklı fikir alışverişleri yapılıyor. Açıkçası üniversite personeli için biraz da yorucu oluyor. Bugün bu konuda biraz konuşacağız.

Öncelikle Türkiye’de üniversite sürecini biraz konuşalım. İstanbul Üniversitesinin kuruluşu 1453; Marmara üniversitesinin kuruluşu 1883’e kadar gidiyor. Yani 1923 öncesinde kurulan yüksek öğretim veren kurumlarımız var, ama sayı ve başarı açısından günümüzde bile Batı’nın gerisinde kaldığımız da aşikar. Üniversitelerin sayıca yetersizlik sorununu 2000’li yıllara kadar çözemedik. Konuyu anlatmak açısından kendimden örnek vereyim. 1993 yılında üniversite sınavına girdiğimde sınava 1 milyondan biraz fazla öğrenci giriyordu. Ama üniversiteler aşağı yukarı 100,000 öğrenci alıyordu. Yani gençlerin çoğunluğu üniversiteyi kazanamıyordu. Üstelik sayıca yetersiz olan üniversitelerde İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerde yoğunlaşmışlardı. Yani Kastamonulu bir ailenin çocuğu eğer başarılı ise en yakın Ankara, Samsun veya Trabzon’da üniversite eğitimi alabiliyordu. 1990’lı yıllarda vakıf üniversitelerinin açılmaya başlaması, 2000’li yıllarda Anadolu’da devlet üniversitelerinin açılması ile beraber bu sorun aşıldı. Artık sınava giren gençlerin büyük çoğunluğu üniversiteyi kazanabiliyor. Bazen sosyal medyada Türkiye’de çok fazla üniversite olduğuna dair yorumlar okuduğum için bazı ülkelerde üniversite sayılarını vereyim. Hindistan’da 5349; Endonezya’da 3277; ABD’de 3180; Çin’de 2495; Brezilya’da 1264; Meksika’da 1139; Rusya’da 1010; Japonya’da 992; Fransa’da 625; Almanya’da 461 ve Türkiye’de sadece 208. Yani üniversite sayımız bazılarının iddia ettiği gibi yüksek değil.

Üniversitelerde kaliteyi artırmaya yönelik çabaların başlamasının iki nedeni var. Birincisi; üniversiteler arası rekabettir. Üniversitelerin sayıca yeterli hale gelmesi işin ilk aşamasıdır. Bundan sonra üniversiteler arasında rekabet başlar. Önce üniversiteler kurulur ve sonra bu üniversiteler aralarında rekabete girip kaliteyi yükseltirler. Üniversiteler 1 milyon gençten 100,000’ini aldıkları zamanlarda üniversitelerin üzerinde rekabet baskısı fazla değildir. Elbet üniversitedeki bölümü birileri seçecektir, Ahmet seçmezse Mehmet seçecektir. Ancak üniversite sayıları arttıkça üniversiteler üzerlerindeki rekabet baskısını daha fazla hissetmeye başladılar. Kontenjandan daha az öğrenci tarafından seçilmek, düşük puanlı öğrenciler tarafından seçilmek gibi korkular devreye girer. Günümüzde iki üç kişinin tercih ettiği bölümler hakkında medyada haberler yapılıyor ve elbette hiçbir bölüm bu durumda olmak istemez. Günümüzde tüm üniversite bölümleri yüksek puanlı öğrencileri kendisine çekmek istiyor. İkinci nedeni de devletin artık üniversitelerde kaliteyi artırmayı önceleyen politikalara girişmesidir. Bu arada devlet te üniversite sayılarının yeterli olduğunu görerek ikinci aşamaya yani üniversitelerde kaliteyi yükseltmeye yönelik adımları atmaya başlamasıdır. Yüksek Öğretim Kurulu bünyesinde 2015 yılında Yükseköğretim Kalite Kurulu (YÖKAK) kuruldu. Sonra bölümler akredite edilmeye başlandı. Şimdi YÖKAK tarafından oluşturulan kurullar diğer üniversiteleri ziyaret ederek inceliyor ve değerlendiriyor.

Bir de yeni kurulan üniversitelerin kalitesine yönelik haksızca yapılan eleştiriler var. Bu eleştirilere iki yönden cevap vereyim. Birincisi; hiçbir üniversite ilk kurulduğunda mükemmel değildir. Oxford, Harvard, MIT, Camebridge, Chicago gibi üniversiteler de ilk kurulduklarında böyle başarılı değillerdi. Zamanla kendilerini geliştirdiler ve başarılı oldular. Yani 2000’li yıllarda kurulmuş bir üniversiteden ODTÜ, İTÜ, Marmara, Gazi üniversitelerinin başarısını beklemek doğru değil. İkincisi; yeni kurulan üniversitelerin başarılı olmadığı iddiası da çok doğru değil. Son elli senede kurulan üniversiteleri genç diye kabul ederek manzaraya bakalım. Örneğin; Türk Covid aşısı 1978 yılında kurulan Kayseri Erciyes Üniversitesinde geliştirildi. Kendisinden daha önce İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerde kurulmuş üniversitelerde değil Kayseri Erciyes üniversitesinde geliştirildi. THE (Times Higher Education) sıralamasında ilk 1500 üniversite arasında son elli senede Anadolu’da kurulmuş olan Bartın (2008), Fırat (1975) ve Akdeniz (1982) üniversiteleri yer alıyor. Komşumuz Karabük üniversitesi de çok sayıda yabancı öğrenci tarafından tercih ediliyor. 2006 yılında kurulmuş olmamıza rağmen Kastamonu üniversitesi de THE endeksinde çok kötü durumda değil. 2021 yılında açıklanan patent sayılarına göre Gelişim Üniversitesi (Kuruluş:2011), Medipol Üniversitesi (Kuruluş:2009), Yeditepe Üniversitesi (Kuruluş:1996) gibi vakıf üniversitelerinin yanısıra Gaziantep üniversitesi (Kuruluş:1973), Harran Üniversitesi (Kuruluş:1992) ilk 20 arasında yer almıştır. Bu arada 1993 yılında kurulan Koç Üniversitesi ve 1994 yılında kurulmuş Sabancı üniversiteleri de uluslararası endekslerde oldukça başarılı, elbette bunda sahip oldukları maddi imkanların önemli payı var. URAP sıralamalarında da ilk 20 üniversite içerisinde Bilkent (kuruluş:1984), Sabancı (kuruluş:1994), Gebze Teknik (kuruluş:1992), İzmir yüksek Teknoloji (kuruluş:1992), Çankaya (kuruluş:1997), Eskişehir Teknik (kuruluş:2018), Abdullah Gül (2010), Konya Teknik (kuruluş:2018), Özyeğin (kuruluş:2007), Kadir Has (kuruluş:1997), Bingöl (kuruluş:2007), Niğde Ömer Halisdemir (kuruluş:1992), Atılım (kuruluş:1996), Afyon Kocatepe (kuruluş:1992), Karamanoğlu Mehmet (kuruluş:2007) ve Bartın (kuruluş:2008) gibi genç üniversiteler var. Demek ki son elli senede kurulan genç üniversiteler o kadar da başarısız değil.

Üniversitelerde kalite çalışmalarının sonuçları hakkında kötümser olanlar da var. Bu konuda ilk olarak kaliteyi artırma yönündeki çalışmalar meyvelerini genelde uzun dönemde verir. Kaliteyi artırma çabaları bir süreçtir, yani “bu sene yaptık, bitti” mantığı geçerli değildir. Kaliteyi artırmak yönünde çabalar süreklilik arz etmeli, devamlı yapılmalıdır. İkincisi; kişisel olarak bazı gelişmeleri gözlemleyebiliyorum. Eskiden devlet üniversitelerinde öğrenciye yaklaşım bayağı farklıydı. Öğretim üyeleri, öğrencilerin paydaş olduğunun farkında değildi. Öğretim üyeleri öğrencilere çok nazik davranmıyordu. Şimdi öğrencilerin paydaşımız olduğunun farkına varan öğretim üyelerinin giderek arttığını görüyoruz. Eski nesil öğretim üyeleri mezun olup yerini yeni nesil öğretim üyelerine bıraktıkça öğrencilerin kıymetinin daha çok anlaşılacağını düşünüyorum. Üniversitelerin kaliteyi artırmaya, akredite olmaya yönelik çabaları üniversitelerin dış paydaşlarla daha fazla bir araya gelmesine neden oluyor. Bu uzun süreçte üniversitelerin; sanayici ve işverenlerin ihtiyaçlarının daha fazla farkına varmalarına, müfredatlarını bu ihtiyaçlara göre düzenlemelerine neden olacak. Böylece işverenlerin istedikleri özelliklere sahip eleman bulamama; mezun öğrencilerin de iş hayatına adapte olamama sorunlarını ortadan kaldıracaktır.

Kısaca Türkiye yükseköğretiminde kalitenin yükselmesi, iç ve dış paydaşlarla etkileşiminin artması büyük ihtimal olarak görülmektedir. Üniversitelerin topluma katkısı artacak, öğretim üyelerinin başta öğrenciler olmak üzere diğer paydaşlara olan tutumu olumlu yönde değişecek, sanayi ve üniversite işbirliği artacaktır. Uluslararası sıralamalarda ilk bin içine giren Türk üniversitelerinin sayısı da artacaktır.

Prof. Dr. Serkan DİLEK

Kastamonu Üniversitesi