" Zamanı tanrı yaşar, insanoğlu ise ölmek için yaratılmıştır. "
Orhun kitabelerinden…
Zaman dediğimiz kavram nedir?
Zaman izafidir der bilim insanları. Baktığın yere göre farklı hızlarda geçer. Aslında zaman diye bir kavramı biz insanlar adlandırmışız. 
Uzun ve teknik bir konu, 
Kısaca gezegenin kendi ekseni etrafında dönme süresine “gün”, Güneş etrafında döndüğü süreye de bir “yıl” demişiz. En basit şekliyle zaman, saydığımız ölçtüğümüz bu kavramların bütünüdür.
Bu evrende yalnız değiliz bizden başka gezegenler de var. Günün birinde Dünya dışında yaşam gerçekleşir de bu gezegenlere gidecek olursak zaman kavramı biraz kafa karıştırıcı olabilir. Çünkü gezegenlerde günler ve yıllar bizim zamanımıza göre çok farklıdır. 
Örneğin Merkür’de yaşasaydık bir günümüz dünya gününün 58,7 günü olacaktı. Bir Merkür yılımız ise 88 dünya gününe denk olacaktı.
Venüs’te yaşasak olaylar çok daha karmaşık olacaktı. Bir günümüz bir yıldan uzun olacaktı. Bu durumda yaş günümüz, maaşımız, kiralar, takvimlerde yıllar nasıl hesaplanırdı düşünmek bile istemiyorum.
Dediklerine göre Mars bize en uygun gezegen ya bir de ona bakalım. Mars’ın bir günü 24 saat 37 dakika yani bizimle aynı sayılır bunda bir sorun yok. Ancak bir yılı ise 687 dünya günü. Mars günü Dünya gününe yakın fakat Mars yılı Dünya yılının iki katı.
Uzak gezegenlerde durum çok daha vahim sayılır. Jüpiter’de bir gün 9 saat 50 dakika iken bir yıl 4.332 gün o da yaklaşık 11,8 dünya yılı
Satürn’de gün uzunluğu 10 saat 14 dakika iken yıl uzunluğu 10.759 güne yani yaklaşık 29,5 yıla tekabül eder. 
Uranüs’ün bir günü 17 saat 14 dakika, bir yılı 30.681 gün, yani 84 yıldır.
Neptün’de bir gün, 16 saat 7 dakika iken bir yıl, 60.188 gün yani yaklaşık 165 yıldır. Yani bu durumda dünya zamanıyla birinci, doğum gününü kutlayan kimse olması zor gibi.
Zemane dedikleri bir umutsuz aşkın adı mıdır?
Zaman dediğimiz şey madem elle tutulmayan gözle görülmeyen bir garip kavram. Kelimenin kökenine bakalım Arapça ve farsçada "zemane" olarak kullanılıyor. Tanımı ise tedavisi olmayan hastalıklar için kullanılan bir deyim.
Karaçomak kenarında yürüyorum. Sonbahar ile yazın birbirine karıştığı aylardan Eylül’deyiz. Artık son günlerini yaşadığımız ve bir türlü beklenen yağmurların gelmediği o sıkıcı havalardan sonra bu sabah bulutlar Ilgaz’ın tepesinden şehre doğru akıyor. Uzaklardan bir serin yel esiyor, içim titriyor. Üç beş damla dökülüyor usulca. Her ne kadar bir Anosmi  olsam da bilirim ki bu yağmurlar Ilgaz kokar.  Ne zaman bu mevsimlerde saçlarıma Ilgaz kokulu yağmur yağsa benim de tedavisi olmayan hastalığım “Ilgaz Sevdam” depreşir. 
Bu da benim “zemanem” derim soranlara. Umutsuz aşkım. Terk etmeyen sevdamdır.
Sonbaharın ilk yağmurları için yağmur yüklü bulutlar İnci tepesi ile doğan tepesi arasında gidip gelirken serince bir yel esiyor.
Ilgaz kokan yeller bir yaprak koparıyor asırlık çınarın dalından usulca. Havada daireler çizerek düşüyor gökırmağa. 
Geri dönüşü olmayan bir yolculuk bu. 
Kaç sonbahar gördüm saymadım, kaç sonbaharım kaldı geride göreceğim bilmiyorum. Zaman o kadar hızlı akıyor ki belli bir yaştan sonra artık saymayı bırakıyor insan. Günü gelince, zaman tükenince, her insan, bilinmez bir zamansızlığa yelken açan gemisiyle tek başına limandan ayrılacak.
Yahya Kemal Beyatlı’nın sessiz gemisi gibi.
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
 Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

 Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
 Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Aşir Efendi hanında duran zaman…
İşte yine şehrin eski sokaklarında zamanın daha az hızla aktığı yerlerdeyim. Bu sefer taşlarda, duvarlarda eski yapılarda arıyorum zamanın izlerini.
Kuş evlerinde kaç nesil gelip geçti derken, Aşir Efendi Hanı girişinde buluyorum kendimi. İşte Merhum Hacı Enver’in fotosunu çektiğim o koca koca ağaçtan yapılma tesbih aynı şekilde duruyor. Ama aradan yıllar geçmiş. Zaman burada durmuş sanki. Kaç yıldır ne zaman gelsem her şey aynı. Sadece ortadaki ağaç biraz daha uzamış, masalar tahta yerine plastik olmuş.
Aşir efendi içine oturup bir çay içimi soluklanayım derken gözüm yukarılara takılıyor. İşte alın size mükemmel bir zaman ayracı. Bir yanda kim bilir kaç yıllık zarif sokak lambasından geri kalanlar. Hemen yanında da modern güçlü ışık veren armatür görünüyor.
Üst katlarda geziyorum.
Burası ticaretin tonlarla, işlerin milyonlarla değil her şeyin mütevazı olarak alınıp satıldığı bir ticarethane topluluğu eskilerin AVM si.
Açık kapıdan kafamı uzatıp bakıyorum. Bir dikiş makinesi tıkır tıkır çalışıyor. Dükkânda bir müşteri var, ne zaman geleyim usta diye soruyor.
-Gel işte 1 saat sonra filan diyor…
Terzi Muharrem Maşrabacı bu handa 20 yıldan fazla zamandır küçük tamiratlar, iş elbiseleri önlük ticaretiyle uğraşıyor.
Ben Terzi Muharrem şişman terzi de derler. Bu meslek babadan kaldı bize. Babama Urlar derdi, bizim ortaklarımız Kör Abdullah, Hayri Say vardı.  Ben 13 yaşımdan bu yana çalışırım.3 çocuğumu da bu mesleğimle büyüttüm okuttum şükürler olsun diye başlıyor söze.
Dur bakalım sohbete devam ederiz ama önce bir çay içelim diyerek aşağıdaki çay ocağına sesleniyor 3 çay biri açık olsun.
O sırada gözüm tezgâhın arkasındaki fotoğraflara takılıyor.
Tanıdık bir yüz görüyorum.
Genel sekreterimiz Nida Sinsi’nin babası Muzaffer Sinsi’nin fotoğrafı.
Bu fotoğrafın öyküsü nedir diye soruyorum.
Babamla dostlukları çok iyiydi. Sendika başkanıydı, merhum olunca fotoğrafını buraya astık. Anısı olan sevdiklerimizin fotoğrafları bu duvarda. 
Fenerbahçe tutkusu…
Fotoğrafların arasında hayat dergisinin bir posteri var. Fenerbahçe 1959/60 kadrosu. S/B bir dergi sayfası çerçevelenmiş. Babam diyor bu kadroyu ezbere sayar. Özellikle lefter hayranıdır.
Zamanın durduğu mekânlar…
Aşir Efendi hanından çıkıp kopuğun yerine (Site Simitçisi) doğru yol alıyorum. Aklımda guru simitle çay içerken TRT Nağme den bir şarkı dinlemek var.
Yolumun üstündeki Yılanlı cami taç kapısını görünce geçip gidemiyorum, durup uzun uzun seyrediyorum her ayrıntıyı.
Burada zaman o ilk keski vuruşuyla durmuş, işte şurada keskiyi biraz fazla kaçırmış, şurada küçük bir kopma var. Elim o desenlere değdikçe zamanın ruhu, mekânın sesi duyuluyor sanki.
Aklıma 3 bin yıl önce yazılmış bir şiir geliyor.

Beni bulamazsan üzülme,
Kestiğim taşları, açtığım yolları,
İşlediğim heykelleri bulacaksın.
Ve göreceksin ki binlerce yıl öteden,
Parmak izlerimiz değecek birbirine...

Bir dünya gününe sığan sonsuz zaman gezisinin sonuna gelmişiz. Birden yağmur indiriyor. Herkes kaçışıyor oraya buraya. Yağmurun sesini, yaprakların düşüşünü izliyorum büyük bir keyifle.
Elimde makinem Nasrullah’a doğru yürürken birden karşıma zamanın bir hediyesi çıkıyor.
Çok kısa bir o an.
Hemen onu zaman durdurucu makineme hapsediyorum.
Gökkuşağı altında çok güzelsin be Kastamonu’m…
28 Eylül 2023 Kastamonu
Cebrail keleş/Balıkçı Şef


 
cebrailkelesasda (14)cebrailkelesasda (15)cebrailkelesasda (13)cebrailkelesasda (12)cebrailkelesasda (11)cebrailkelesasda (10)cebrailkelesasda (9)cebrailkelesasda (8)cebrailkelesasda (7)cebrailkelesasda (5)cebrailkelesasda (6)cebrailkelesasda (4)cebrailkelesasda (3)cebrailkelesasda (2)cebrailkelesasda (1)