“Dörkeni denildi mi o çekilmez, bir türlü bitip tükenmez kara kışı, kıyameti gelir insanın aklına.”
Ocak ayının ortasındayız. Zemherinin en zıkı günleri derler bu günler için. Kastamonu dağlarında, yollarında geçen uzun bir süre sonunda bazı görüntüler var ki hiç değişmiyor.
Yol belli, yolcu belli, güzergâh aynı, mevsim aynı, değişen bir şey yok. Bu kış günü de Oyrak geçidini aştığımızda gördüğümüz manzara da aynı. Uzaklarda Seydiler, sağ tarafta önümüze açılan Dörkeni ovası, karşıda sis pus yoksa bembeyaz yaralıgöz silueti. Direk tepelerinde nasiplerini arayan şahinler, onlarla yer kavgasına tutuşan gürültücü kargalar. İleride uzakta Devrekâni’nin karlı, beyaz çatılı evleri görünüyor, şehrin sırtını dayadığı tekke kayası ve önümüzde kıvrıla kıvrıla uzayıp denize kadar giden asfalt bir yol.
Zıkı soğuk var.
Zemheri soğuğu dedik ya pek kimse sevmese de ben severim soğuğu, kar yağışını, sisi. bu günlerde gözüm sosyal medyada olur. Özellikle Devrekâni, Seydiler, Ağlı civarından püso yağmış, kırağı kaplamış ağaç haberleri ararım. Böyle günlerde hele bir de güneş açarsa fotoğraflamaya doyum olmaz.
En uzaktan bile görünen ufkun hemen altında uzanmış yatan bir insan misali bembeyaz kıyafetiyle Yaralıgöz var.
Kastamonu edebiyatında yerel adların coğrafyanın geçtiği romanlara bayılıyorum. Bunlardan en sevdiğim ise Devrekânili hemşerimiz merhum M. Ata Ambarcıoğlu. Normal yollardan bulamadığım kitaplarından Nadir Kitap sitesinden bulduğumu aldım.
“Menük” isimli romanında yazarımız bu ovayı, köyleri ve insanlarını çok güzel anlatır.
Özellikle dörkeni kışını, yöresini, coğrafyasını anlatırken oraları bilmek insana çok farklı duygular hissettiriyor. Romanın içinde yer alıyor insan.
Örneğin “Tekke kayası”ndan ben de Menük gibi kayanın üstüne oturup gün batımını seyrettim.
Ben de Menük gibi Yaralıgöz dağlarında gezdim. Tıpkı onlar gibi ben de arkamda bir hışırtı duyduğumda ürperdim. Menük gibi ben de köylere gittiğimde benimle ekmeğini, sevgisini, mutluluğunu paylaşan köylülerle dost, arkadaş, yaren oldum.
İçten, samimi, karşılıksız sevgi muhabbet eden birçok tanışımız oldu.
Menük ve arkadaşlarının yaşadığı o dönemlerden bu yana çok şey değişse de bu hasletler hiç değişmeden kalmış.
Dörkenili (Devrekânili) olan M. Ata Ambarcıoğlu kimdir?
“M Ata Ambarcıoğlu Romancı (D. 3 Ekim 1916, Devrekâni / Kastamonu – Ö. 10 Temmuz 2001). İlkokulu Devrekâni’de, ortaokul, lise bir ve ikiyi İstanbul Erkek Lisesinde okudu. Haydarpaşa Lisesini bitirdikten sonra 1936 yılında Almanya‘ya giderek Berlin Teknik Üniversitesine devam etti, Hannover İnşaat Fakültesinden mezun oldu (1942). İkinci Dünya Savaşını Almanya’da sığınaklarda yaşadı. 1942-48 yılları arasında Almanya'da mühendis olarak çalıştı.
1948 yılında yurda dönünce sırasıyla; Bayındırlık Bakanlığı Şose ve Köprüler Başkanlığında uzman proje mühendisi (1948-50), İller Bankası Doğu Bölgesi İçme Suları Dairesinde şef (1950-57), Bayındırlık Bakanlığı Demiryolları İnşaat Başkanlığında proje yüksek mühendisi (1957-60), Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünde daire başkan yardımcısı (1960-65), Köy İşleri Bakanlığı sondaj dairesi başkanı (1965-68), Yol Su Elektrik İşleri genel müdür Başyardımcısı (1968-72), Köy İşleri Bakanlığı müsteşar başyardımcısı (1972-75) olarak görev yapıp 1975 yılında emekliye ayrıldı.
Yazmaya, Kabataş Erkek Lisesindeki öğretmenlerinin teşvikiyle başladı. Yurdun çeşitli yerlerinde görev yapan Anbarcıoğlu, buralardaki insanları, onların yaşayışlarını yakından görüp inceleme fırsatını buldu. Bu gözlemlerini, emekli olduktan sonra yazmaya başladığı romanlarında işledi.
ESERLERİ:
ROMAN: Semih’in Defteri (1993), Menük (1994), Taki (1995), Ali Güdü (1995), Yaşar Kabali (1996), Elekçi Fadim (1998).
GEZİ: Gezi Anıları (1994). “
Yerel kahramanımız, bizim İnce Memed’imiz, Robin hood’umuz Menük…
Menük romanı bir devri, bir coğrafyayı yerel kültürler üzerinden evrensel değerlerle anlatır. Feodal yapının zalimliğini, güçlünün her zaman haklı olmadığını, kahraman olmak için pelerin takmanın gerekmediğini akıcı bir dille bizlere ve geleceğe aktarır.
Romana Dörkeni ile denizin arasına giren o muhteşem dağları, güzellikleri anlatarak başlar.
Yaralıgöz demez romanında yerel adıyla söyler “Digöz”
“Bir atın üstüne atlayıp kuzeye doğru yol alırsanız, bu yayla biter ve bittiği yerde de tepeleri göklere değen sarp, soğuk, kayalık karlı dağlar dikiliverir önünüze. Bu dağlar aslında içindeki doğal cennetin ve bu cennetin öbür tarafındaki denizin Tanrı tarafından gönderilmiş bekçileridir.”
Cennetin bekçileri der bu kayaları tasvir ederken.
Ne kadar güzel bir tabir, ben de çok sevdim.
Bu romanın yazıldığı dönemde sahile giden tek bir yol “şose” vardır. Köylerde feodal yapı “Beyler/ Ağalar” hükmü sürmektedir.
Menük, Devrekâni kırsalında yaşayan bir köylü çocuğudur. Verimsiz topraklarda ancak karnını doyurmaya çalışan köylerden birinde yaşar. Şartlar çok zor olup tüm köylü ağaların beylerin tahakkümü altında inim inim inlemektedir. İsyan edenler yine beyler/ağalar tarafından en ağır şekilde cezalandırılmaktadır. Köylünün tek isteği ise kışı geçirecek kadar yiyecek üretebilmektir. Çoğu zaman yapamaz ve ağaya borçlanırlar.
Kurtuluş birleşmekten geçmektedir. Bunun öncüsü de okuma yazma bilmeyen, bulunduğu köyden hiç çıkmamış bir köy çocuğu sağlamaya çalışır. Bizim “ince memed”imiz, yerli Robin Hood’umuz Çayırcıklı menük de ağalık düzenine başkaldırıp dağa çıkar. Ağalardan alıp köylülere dağıtır.
Sadece suçluları kötüleri cezalandırır.
Romanda sadece acı yoktur İçinde aşk, sevda, hasret de vardır.
“ Menük tekke kayasında mermer sahanlık adını verdiği düzlüğe oturur; gün sona ermektedir. Tekke kayasının arkasındaki yaylanın bittiği yerdeki Karadeniz dağları üzerine kadar gelen güneş artık beyazlığını kaybetmiş, kırmızı yuvarlak bir kana dönmüş hem de bir tepsi büyüklüğünde. Bu koskocaman ateş kırmızısı hayat kaynağı yusyuvarlak akşam güneşi, hafif hafif gömülmeye, hafif hafif saklanmaya çalışıyordu. Sisli yüce tepelerin arkasına arkasına. Tam da gömülmüş yok olmuştu ki bir akşam serinliği çöküvermişti bu geniş dörkeni ovasına.
Kışı çok sert olurdu bu yörenin.”
Yaralıgöz dağlarına kar yağmış dediler. Ilgaz küsmesin diyerek gizlice çıktım Dörkeni ovasından Hacıhasana, giderken bir solukluk kınık barajına uğradım donmuş mu diye.
Oradan çıktım yaralıgöze.
Tam zirvesindeki mağaralara takıldı gözüm. Ak be Menük yoksa buradan mı gözetlerdin yolu, eşkıyalarınla, Kara Seyf, Yüzlüklerin Memed, Telgrafçı faik, Sarı Şevketle ateş yakıp tarhanayı burada mı içmiştin, piran (kuyu kebabı, Büryan) yapmıştın kim bilir.
Dörkeni de cırık (Lokma) tatlısı Düğün böreği…
Bir roman içinde yaşamışçasına Dörkeni ovasının ayazında kavrulmuşuz. Yaralıgöz’de manzaranın güzelliği karşısında sarhoş olmuşuz. Mamatlar köy yolunda eski dostumuz muhtar kemal ile karşılaşmış kucaklaşmışız.
İlle gel köye gidelim üşümüşsündür bir tarhanamızı içersin deyince hemen yanı başımızdaki yaralıgöz’e ve önündeki mağaraya bakıp oradan bana gülümseyen Menük’ü görür gibi olmuşuz.
Eyvallah bir dahaki sefere diyerek iki gönülden dost olarak sarılıp ayrılmışız.
Gökyüzünün beyazı dağların beyazına karışmış, havada uçan kuşun nefesinin donduğu bir ayaz gününde artık yeter diye zor atmışız şehere, dörkeniye, cırık ustası Erkan Aslan’ın mekânına.
İçimiz ısınsın diye birer duble çay yanına bir düğün böreği söyledik. Çaycı Kamil abi soğumasın diye özel yaptırdığı tepsiyle içeri giriş yapınca hepimizi mutlu etti. Erkan usta bunlara ben sevgimi kattım diye kestiği börekler de mutluluğumuzu ikiye katladı.
Ve dörkeni de olmazsa olmazı her ne kadar Prof. Dr Cemal Tunoğlu hocamız kabul etmeyip kızsa da “Cırık” yemeden dönülmez diyerek cırıkları çıtır çıtır yedik.
İbi, banduma nerede diye soran olursa ilginçtir Menük romanında adı geçmiyor. Üstelik tüm yerel tatlardan, hatta Lökte /met çomak çocuk oyunlarından bile bahsedilmişken.
Yedik içtik,ısındık o zaman şöyle bir şehir turu atayım diyerek Dörkeni sokaklarında geziyorum.
Hava zıkı soğuk.
Karşıda “huruncu ortada saat kulesi arkamda Devrekani şehitler anıtı Atatürk ve silah arkadaşlarının heykeli var.
Şehrin arkasında tekke kayası gözüküyor.
“Menük’ün içi dertle dolduğu zaman, yüreğine bir sıkıntı düştüğü zaman veya bir şeye öfkelendiği zaman avunduğu tek bir yer vardı. Bu yer, Dörkeni köyünün tam kuzeyindeki tepe idi. Oraya Tekke Kayası denirdi.”
“Balıkçı Şef’in ruhu ne zaman sıkılsa, yüreğindeki bulutların yağmurla dolduğu zamanlar gideceği tek bir yer vardı. Ilgaz…
Ilgaz’ı gören her hangi bir yerde yalnız bir başına oturur, yağmur gibi dökerdi içindekileri içinden.
…
Menük ve Balıkçı Şef iki ayrı dağa sevdalı aynı gönle sahipler.
Belki o yüzdendir Tekke kayasını her gördüğümde aklıma Menük gelir,O kayalıklara dökmüş derdini ben Ilgaz’a…
Cebrail Keleş/Balıkçı Şef
25 Ocak 2024-Kastamonu