…Güzel ama ağırdan alınmış bir kahvaltının ardından Gideros koyunda belki güneşi, denizle birlikte belki gökyüzünün de mavisini buluruz diye ilerlemeye başladık. Antik Aigialos yani Cide’nin 11 km süren kumsalında biz aracımızla ilerlerken, düşümüzde de antik dönemin o en maceralı yolculuğunu gerçekleştiren Argos Gemicileri gemileriyle kendi hikâyelerine doğru ilerliyorlardı. Şimdilik tek ortak noktamız ise Gideros yani Cytorus’da demir atmak vardı. Olması gerektiği gibi önce kuşbakışı Gideros’u, o tanrı mucizesi güzelliği seyreyledik. Seyir halinde gözler ve düşünce de düşler: kim bilir kaç denizci, yüzyıllar boyunca ne fırtınalarda burayı sığınak olarak kullanmıştı… Denizle karanın iç içe bir olduğu bir yerde ki yaşamların ne kadar denize, ne kadarı karaya bağlı olmuştu ya da…
Daha sonradan Tina Dayı’dan 1991’de açıldığını öğrendiğimiz yoldan aşağıya koyun kıyısına iniyoruz. İnsanı ister istemez bir hayal denizi ile buluşturan bu kıyıdaydık şimdi. Çevremizde bizden başka yabancı plakalı ve belki festivale gelmiş insanlarda benzer duyguları yaşamak için aşağıya inmişlerdi.
Çevrede dolanıp fotoğraf çekerken kuytu bir köşede kurulu bir hamakta sessizce çevresini gözleyen Tina Dayı’yı gördük sonra. Kendisi özellikle şehir dışında gelenlerin kendi elleriyle tazecik koparıp yemeleri için küçük bir sebze bahçesi düzenlemiş, hamağını da bu bahçenin kenarına kurmuştu.
Kendisine ilk sorum “neden size Tina Dayı diyorlar ?” olmuştu.
“Ablamın oğlu, tabii bundan çok seneler önce benim asıl ismim olan Selahattin’i tam söyleyemezdi. Ondan dolayı söyleyebildiği Tina kelimesini dayı ile birleştirip kullanmaya başladı. Gel zaman git zamanda adım böyle kaldı”
Daha ilk cevabından ve o güzel yeşil gözlerinden bakışından anlaşıldığı üzere kendisi dost canlısı, konuşkan ve hayat dolu biriydi.
Çevredeki insanlara bakınarak başladı anlatmaya: “Buraya dışarıdan gelenler önce çevreyi sonra da beni çok seviyorlar. Kısa zamanda öyle kuvvetli bir sohbetimiz, öyle içten bir anlaşmamız oluyor ki, o kişiler buraya tekrar gelmeye mecbur oluyorlar. Ve sonrasında da bensiz asla sofraya bile oturmuyorlar”
“Peki bu güzel sohbetlerin, size bağlanıp kalmalarının ardında ne var Tina Dayı?” diye soruyorum.
“Evlat ben 82 yaşımdayım. Ama hayat doluyum, hep neşeli olmaya çalışıyorum, bol bol misafirlere espri yapıyorum. Bende gençlik ve hayat alıyorlar, işte bu yüzden olsa gerek” diye cevap veriyor.
Yine aklımızda eskiler var, eskilerden günümüze değişip gelenler ve belki yitenler. Bu nedenle eskiyi sorduk Tina Dayı’ya, Gideros’un, kendisinin eskisini.
“Hep burada mıydın Tina dayı sen?”
“Hep buradaydım evlat, 82 senedir buraydım. 82 yıldır da balıkçılık yaparım. Kürekli kayığımla bu Gideros koyundan ekmeğimi çıkardım.”
“Peki, Tina Dayı bu çevrelerde de mi pek bir yere gitmedin?”
“Kürekli kayığımla Cide ve Kurucaşile’ye kadar gittim, fazla uzaklaşmadım yani buralardan. Ama babam aynı kürekli kayıkla İzmir’e kadar gitmiş ve buna çok şaşırıyorum.”
“Peki eskiye oranla balıkta azalma var mı?”
“Uskumru, Barbun, Hamsi, Palamut, Mezgit, Lüfer çıkardı buradan. Çeşitlerde pek bir azalma olmasa da artık eskisi kadar bol değil.”
“Senin balık keyfin nasıldı, hangi balığı daha çok severdin Tina Dayı?”
“Ben taze barbun’u cız bız yapmasını, yanına da bir iki kadeh parlatmasını çok severim.”
“Yaz günleri güzel, sıcak ve kalabalık, ama ya kış aylarında neler yapıyorsun burada?”
“Eşim on sene önce öldü, tek kaldım ama alıştım artık. Hem canımda pek sıkılmıyor. Kış gece oldu mu radyodan hava raporunu dinler, biraz oturur sonra da yatarım.” Peki, hiç televizyon filan da mı seyretmiyorsun?”
“Ne diye seyredeceğim ki! Televizyon dediğin insanı tatlı uykusundan çalan bir meretten başka bir şey değil ki!”
Bu son cümle ile Gideros’tan ve Tina Dayıdan ayrılıp ilimizin batı sınırı olan Kapısuyu’na devam ediyoruz şimdi.
Not: Bu yazı Murat Karasalihoğlu’nun 2006 yılında kaleme aldığı ‘Denize gidiyoruz denize’ başlıklı makalesinden alıntılanmıştır.