“Şairlerimizin nazar-ı dikkatine;
Milletimizin dâhili ve harici İstiklali uğrunda girişmiş olduğu mücadeleyi ifade ve terennüm için bir İstiklal Marşı, Umur-u Maarif Vekâleti Celilesi’nce müsabakaya vazedilmiştir. İşbu müsabaka, 23 Kanun-i evvel sene 1336 tarihine kadar olup bir heyet-i edebiye tarafından gönderilen eserlerden intihap olunacak ve kabul edilen eserin güftesi için beş yüz lira mükâfat verilecektir.
Ve yine lâakal beş yüz lira tahsis edilecek olan beste için bilahare ayrıca bir müsabaka açılacaktır. Bütün müracaatlar Ankara’da Büyük Millet Meclisi Maarif Vekâletine yapılacaktır.”
Kastamonu Vilayet gazetesi, Kastamonu Açıksöz gazetesi başta olmak üzere Anadolu’daki diğer gazetelerde de aynı haber aynı metinle defalarca yer buldu.
Kasım ayı ortalarından itibaren şiirler gelmeye başladı Milli Eğitim Bakanlığına. Bu esnada Sovyetler Birliği ile yapılacak görüşmeler için oluşturulan delege heyetine seçilen Dr. Rıza Nur da 12 Aralık 1920 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı görevinden ayrılmıştı. Sebebi Soyvetler’deki görüşme ve çalışmaların uzun süreceği, bu süreçte Bakanlık makamının boş kalamayacağıydı. Rıza Nur’un yerine Meclis’te yapılan seçimde Hamdullah Suphi Bey Milli Eğitim Bakanı oldu ve 16 Aralık 1920 tarihi itibarıyla görevine başladı. Kendisi hem edebiyata düşkünlüğü hem şiir tutkusu hem de İstiklal Marşı Yarışması’na verdiği büyük önem sebebiyle yarışmaya gönderilen şiirleri bizzat kendisi de oluşturulan değerlendirme komisyonu ile birlikte incelemeye başlamıştı. Yarışmaya ilgi ve alaka sayısal olarak beklenenin üzerinde kalite olarak ise altındaydı. Dönemin büyük şairlerinden birçoğu yarışmaya katılmamış, gelen şiirler ise bir milli marştan beklenen duyguyu, coşkuyu ve heyecanı vermekten uzak kalmıştı.
Yarışmaya son katılım tarihi olan 23 Aralık 1920 gününe kadar Milli Eğitim Bakanlığında oluşturulan komisyona yedi yüzden fazla şiir geldi. Bu tarihten sonra ulaşan birkaç şiir daha oldu. Bütün şiirler tek tek okundu, incelendi. Ne var ki hiçbirisinde milli heyecanı gerektiği gibi yansıtacak ahenge, coşkuya rastlanamadı. 724 şiir içinde sadece 6 tanesi meclise sunulabilecek seviyedeydi ki bu altı şiir de gerek komisyon üyeleri nazarında gerekse Hamdullah Suphi Bey nazarında milli marş olacak seviyede değildi.
Cenk Şarkısı’nda, Çanakkale şehitlerine ithaf ettiği Kılıcı kalem, kurşunu mısralar, ordusu Safahat olan Şair-i Muazzama’nın hassasiyeti; bağımsızlık, vatan, bayrak uğrunda yapılan bir mücadelede kılıcını, kalemini, ordusunu dünyalık menfaatin, paranın, yarışmanın aracısı yapmamak düşüncesiydi. Peki diğer 724 şiir sahibi para hırsından mı katılmıştı bu yarışmaya? Elbette hayır! Herkes istiklalin manevi cephesine katkı sağlamak ve milletin en büyük eserlerinden birisinin altına imza atmak gayretindeydi. Zaten bu yüzden yarışmaya katılan şiirlerin hiçbirisinin başlığı yoktu. Çünkü kazanan şiirin başlığı belliydi: İstiklal Marşı. Ama Akif’in dünyası bambaşka bir dünya idi. Onun dünyasındaki doğruluk ve sebat korkutucu düzeyde kalın çizgilerin çemberi içindeydi. Güzel bir amaca hizmet için dahi olsa çizdiği çizginin dışına taşmazdı, taşamazdı. Bu yüzden yarışma ve para ödülü kelimeleri de onun çizgilerinin dışında kalmalıydı, kaldı.
Hamdullah Suphi Bey bir çare arıyordu. Akif muhakkak bu marşı yazmalıydı. Birkaç dakikalığına bu dünyadan düşünce âlemine gitti. Hasan Basri Bey için dakikalar süren bu yolculuk Hamdullah Suphi için günler, haftalar belki de aylar sürmüştü. Hemen masanın çekmecesini açtı ve bir kâğıt çıkardı. Bir mektup yazdı Akif’e:
“Pek aziz ve muhterem efendim;
İstiklâl Marşı için açılan yarışmaya, iştirak buyurmamalarındaki sebebin ortadan kaldırılması için pek çok tedbirler vardır. Zat-ı üstadanelerinin istenilen şiiri vücuda getirmeleri, maksadın yerine gelmesi için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettirdiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve coşku vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim."
5 Şubat 1921
Umur-u Maarif Vekili
Hamdullah Suphi
İmzasını attıktan sonra diğer çekmeceden çıkardığı zarfa koydu ve zarfı yapıştırmadan Hasan Basri Bey’e uzattı:
- Hasan Basri Beyciğim, bu mektubu kendisine veriniz. Son çare bu kaldı. İstiklal Marşı’nı yazması için ne gerekiyorsa yaparız. Yeter ki yazsın. Sizin nazınız geçer üstada. Siz de biraz daha ısrar ediniz lütfen.
Hasan Basri Bey, Hamdullah Suphi’nin mektubu alarak doğruca Meclis salonuna geçti. Akif ile birlikte her zaman oturdukları sıraya oturdu. Akif henüz gelmemişti. Mektubu çantasına koydu ve beklemeye başladı. Biraz sonra salon kapısından Akif göründü. Selam vererek Hasan Basri Bey’in yanına oturdu. Hasan Basri selamı aldı ve çantasından bir kâğıt parçası çıkardı. Ciddî ve düşünceli bir tavır ile sıranın üstüne kapandı, güya bir şey yazmaya hazırlanmıştı. O andan sonra Mehmet Akif ile Hasan Basri arasında şu sohbet başladı:
- Niye düşünüyorsun, Basri?
- Mani olma, işim var!
- Peki. Bir şey mi yazacaksın?
- Evet.
- Ben mâni olacaksam kalkayım.
- Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şey sıçrar!
- Anlamadım.
- Şiir yazacağım da…
- Ne şiiri?
- Ne şiiri olacak, İstiklâl şiiri! Artık onu yazmak bize düştü!
- Gelen şiirler ne olmuş?
- Beğenilmemiş.
- Ya!
- Üstat, bu marşı biz yazacağız!
- Yazalım, amma şartları berbat!
- Hayır, şartlar filân yok. Siz yazarsanız yarışma şekli kalkacak.
- Olmaz, kaldırılmaz, ilân edildi.
- Canım Bakanlık buna bir şekil bulacak. Sizin marşınız yine resmen Meclis’te kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?
- Peki, bir de ödül vardı?
- Tabii alacaksınız!
- Vallahi almam!
- Yahu lâtife ediyorum, onu da bir hayır kurumuna veririz. Siz bunları düşünmeyin.
- Bakanlık kabul edecek mi ya?
- Ben Hamdullah Suphi Bey’le konuştum. Anlaştık hatta sizin adınıza söz bile verdim!
- Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?
- Evet!
- Peki, ne yapacağız?
- Yazacağız?
Tekrar tekrar “Söz verdin mi?” diye sordu ve her defasında “Evet.” cevabını aldı. Hasan Basri Bey tekrar çantasına uzandı ve Hamdullah Suphi Bey’in mektubunu içeren zarfı uzattı Akif’e. Akif, mektubu dikkatlice okudu. Biraz öncesine kadar Hasan Basri Bey’in önünde olan kâğıt parçaları artık Akif’in önündeydi. Hasan Basri’nin yapmacık hayal âlemine Akif gerçekten dalmıştı artık. Meclis’teki konuşmaları, tartışmaları, bağrışmaları, gürültüleri duymuyordu. Hatta yanında oturan Hasan Basri Bey ile artık Akif’in dünyasının dışında kalmıştı. Meclis çalışmaları sırasında, salonda, Tacettin Dergâhı’nda odasında, Sebilürreşad dergisinde idarehanede iki gün boyunca efsunlanmış bir vaziyette kaldı Akif.
Erdal Arslan’ ın KORKMA romanından…