Mayıs yağmurlarında Kastamonu

Bu şehrin kiremitlerine bir yağmur damlası düşse, şiir dizesi olup akar karışır karaçomağa, Bunu bir ben bilirim, bir de Ilgaz…

Abone Ol

Aylardan mayıs, günlerden cumartesi, ben de elimde fotoğraf makinem şehri turlamaktayım. 

“Mayıs‘ta gönlüm delidir.” Diyor ya Sabahattin Ali, Yaş kemale erse de, kimlikte yazan sayılar artsa da gönül hep 19 yaşında ve hep deli.

Bu bahar serin ve yağışlı başladı öyle de devam ediyor. Nisan yağmurları bir başladı bitmedi bir türlü hatta mayıstan da gün çalmaya başladı.İşte mayısın sonu gelmiş ama sırtımız şöyle adamakıllı bir güneş, bir sıcaklık görmedi gitti.

Hava soğuk ve yine yağmur çiseliyor.  Günlerdir ısrarla her gün yağan yağmur yine başlıyor. Aslında gerçeği söylemek gerekirse benim hiç şikâyetim yok.  Çok severim böyle melankolik havaları, böyle günlerde gezerim şehri baştan başa. Eski sokaklarda çatıların kiremitlerini seyrederim uzun uzun. Yosun tutmuş rengi solmuş kiremitlerden yaşanmışlıklar, tarih, hasret, gurbet akıp karışır toprağa.

Ben bu şehrin dağına “Ilgaz’ına” taşına toprağına ağacına sevdalanmışım bir kere. Her gittiğim yerde gözlerim tanış bir ağaç, bir taş bir kaya arar. Bulunca eski bir dostla karşılaşmış gibi sevinirim. O tanışım benim akrabam, yakınımdır. Bilirim ki onlar buradaysa benim de elimin, ayağımın, gözümün izi, oralarda bir yerlerdedir.


Her sabah uyandığımda ilk iş balkona çıkıp Ilgaz’ıma bakarım. Tepeleri hala karla kaplı bir noktasına özellikle dikkat ederim. İşte o zirvelerde bir yerde benim taş taş üstüne koyarak yaptığım obam vardır. Kar altındadır, belki de dağılmış, yıkılmıştır.

Her kış, karlar yıksa da obamın taşlarını, ben de her yaz gider yeniden koyarım o taşları üst üste.

Sadece bir taş değildir onlar.

Hayallerimdir,

Yaptıklarım,

Yapamadıklarım,

Umudumdur.

Sevdamdır.
sırlarımdır…

Bu şehrin eski sokaklarında size hikâyeler, öyküler eşlik eder her adımınızda.

Madem aylardan mayıs ve günlerden tatildir. Mayıs ayında delllenen gönlümü de alıp ayaklarımın değil yüreğimin götürdüğü yere gideyim dedim.

Çok geçmeden kendimi Kastamonu’nun tarihi sokaklarında restore edilmemiş konaklarının, evlerinin bulunduğu mahallelerde bulmuştum bile. Gezerken hissetmediğim o yorgunluğu durunca anladım. Bir bahçe duvarına sırtımı verip soluklandım. Karşı evin muşabaklarını, (Kafes),  kapıların o zarif topuzlarını seyrederken uçup gitti yorgunluğum.

Yağmur hızlandı ve artık kiremitlerden oluklardan inen sular önümde küçük derecikler şeklinde akmaya başladı. Artık şarkı söylüyordu yağmur. Her bir damlanın sesi, bir nota, bir şiir dizesi gibi ahenkle dökülüyordu çatılardan.

Nette çokça dolaşan bir alıntı var “Gülüşüne yağmur damlası çarpsa şiir olur. Bunu ben bilirim bir de gökyüzü...” bu sözü Kastamonu için uyarlayacak olursak ben de gönül rahatlığı ile diyebilirim ki;

Bu şehrin kiremitlerine, saçaklarına bir yağmur damlası düşse, bir şiir dizesi, bir şarkı olup, akar karışır karaçomağa,

Bunu bir ben bilirim bir de Ilgaz…

Turizmcilere,rehberlere naçizane bir tavsiye, Bu şehir araçla gezilmez. Kaçırırsın güzellikleri,görmeden geçersin,hissedemezsin.

En iyisi bırak aracını şehrin kalabalığına, kendin kaybol eski sokaklarda…

Evlere bak, kimi yıkık, kimi onarılmış, kimi de yeni sıvanmış, ama hepsinde bir öykü var. Azıcık yakından bakanlar için çok şey anlatırlar. Örneğin işte bu ev;  bahçede bir aşlak var. Aşılanmış ama budanmamış sulanmamış. Kim bilir niye bıraktı bu bahçeyi böylece. Yoksa umutlarını, “keşke”lerini de alıp o son yolculuğa, gurbete mi gitti.

Çatılar da çok şey anlatır, yüksek bir yere çıktığımda uzun uzun izlerim. Bir kitap gibi okurum altında sakladıklarını. Bir kış günü bacasından duman çıkıyorsa benim de içim ısınır. Önündeki bir evleklik alanda özenle fideler büyümüşse içim ferahlar. Balkonunda çamaşırlar, pencerelerinde perdeler varsa mutlu olurum.  Ahşap kapısında zincirle bağlanmış asma kilit yoksa sevinirim.

Sokakları tanıdık, insanları sıcakkanlı, konaklarında müşteri değil misafir olduğunuz kentin adıdır Kastamonu…

Bu şehrin sokakları güler yüzlü tanışlarla doludur. İşte bakın karşıda gülümseyen gözleriyle hocam, dostum, arkadaşım ve gazeteden köşedaşım Zühtü hocam ve eşi var.

Zühtü Hocam hacca gideceği için çok mutlu,

 -Hac yoluna çıkacağız bir isteğin var mı oralardan diyor.

Hocam diyorum derler ki "Bir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır. Dua edin de aşkımıza sebeplerimiz çoğalsın.

"Gelişiniz güle güle, Gidişiniz güle güle, Her işiniz güle güle" diyen Hz. Pirimizin sözünün üstüne söz katılmaz onunla size veda edeyim. Allah kabul etsin şimdiden haccınızı diyerek sarılıyoruz.

Nasrullah’tan ayrılıp şehrin ara sokaklarından yukarılara doğru çıkıyorum. Karşımda İnci Tepesi var.

Bu geçtiğim sokaklarda İsmet Özel’in ayak izlerini görüyorum sanki. “Geceleyin Bir Koşu”  şiiri geliyor aklıma;

Külden bir ağzım vardı mermilerden önce

Çanların saçlarıma değdiği yerde ulurdu

Mori, bakırcı çarşısı, incitepe

Ağzımın üniformasına sokulurdu.

Dizelerindeanlattığı evleri, onların bahçelerindeki kuyuları, dışarıda kaynayan çamaşırlarla dolu kazanları, meşe küllerini deterjan olarak kullanan komşu teyzeleri arıyor gözlerim.

Ağır ağır sindire sindire çıkıyorum kefeli yokuşundan yukarı, her adımda bir cilt tarih kitabının yanından geçiyorum. Okunmayı bekliyorlar, kiminin cildi yenilenmiş, kimi artık okunmayacak kadar eskimiş bozulmuş. O evlerde yaşanan, anlatılan hikâyeler artık tarihin o tozlu toprağına karışıp kaybolacaklar.

İnci tepesinin altına ancak gelmişim. Karşımda Kırkodalı konak var, yanında da Sofulular Konağı. Yaşlı yorgun, kırgın küskün bir fotoğrafçı olarak iyice yorulmuşum.

Bir solukluk mola, bir dost sesi, bir kahvenin kırk yıllık hatırşinaslığında tatlı bir muhabbete ihtiyacım var.

“-Dost kapısı çalınmaz, orası zaten hep açıktır” demişti bir gönül dostu.

Açık kapıdan içeri giriyorum. Burasını hep çok sevmişimdir. Geçmişten günümüze bir köprü olarak görürüm. Dokunduğunuz her yerde, bastığınız her adımda, o ahşabın kokusunda, yaşanmış bir tarihe tanıklık ettiğimi düşünürüm.

Bu konağın tarihi oldukça eskiye gidiyor. Bundan 250 yıl önce Azerbaycan Gence Sofulular mahallesinden gelen ailenin adıyla anılan konağı, yine Sofulu’lu Şeyh Ali uşağı Hacı Abdurrahman oğullarından, Çanakkale şehidi Davulga’lı Bekiroğlu Mustafa Koç’un torunu Enüs Koç alıp Kastamonu turizmine kazandırmış.

İçeride Orhan Veli Yavuz müdürüm var. Sitemle başlayıp, sevgiyle devam ediyor.

Kaç zamandır nerelerdesin gelmiyorsun, iyi ki geldin. Hoş geldin hele

Bir kahve içimi desem de epeyce uzun bir sohbet oluyor. Kendisi turizm konusunda çalışma hayatı ve eğitimiyle en tecrübeli işletmecilerimizden biri. Dostluğumuz da epey eskilere dayanır. Uzaktan da olsa her zaman izlerim, yazılarını okuyup fikirlerine değer verdiğim kıymetli bir turizmcimizdir.

Kendisi anlatıyor; bu kapıdan giren herkes otel/motel müşterisinden ziyade, evinize yatıya gelen bir misafir edasıyla karşılanır.

Konak Müdürü Şerife Hanım, Meliha Ablamız, Ülkü Hanım ve Eray Bey, kendinizi evinizde ki kadar rahat ve güvenli hissetmeniz için çalışırlar. Müşteri değil, misafirsinizdir burada.

Sabah kahvesini içerken şehri seyrediyoruz hep birlikte, Kastamonu üzerine, şehir üzerine, turizm üzerine çok keyifli bir sohbet sürüyor.

Karşımızda doğan tepesi, arkamızda inci tepesi var. Bir mücevher gibi aşağılarda Vilayet binası, Nasrullah Cami, Şadırvanı, Aşir efendi, Kurşunlu han, Cem sultan, Yakup Ağa tüm güzelliği görünüyor. Arada konaklar var. Kiremitlerinden anlıyorum restore edilip edilmediklerini. Hepsinin de arka tarafında bir bahçe içinde yemiş ağaçları küçük bir bahçeleri var yemyeşil.

Tepemizde mavi gökyüzünde pamuk beyazlığında mayıs bulutları dolanıyor, Deniz üstünde köpük misali. Yağmur topluyor yine, ıslanmadan ineyim diyerek bu güzel sohbeti bitirip müsaade istiyorum.

Bir şehri tanımak için kaybolmak lazımmış. Öyle diyorlar.

Kayboluyorum bu kadim şehrin eski sokaklarında.

Yukarıdan birkaç damla yağmur düşüyor, yine sığınıyorum bir saçak altına.

Sırtımı dayadığım duvardaki taşlara elimi dokunuyorum. Bir eski zaman dizesi,3 bin yıl kadar önce Likyalı bir şairin taşlara yazılmış şiiri geliyor gözümün önüne.

Beni bulamazsan üzülme...

Eşyalarımı bulacaksın.

Kestiğim taşları, açtığım yolları,

İşlediğim heykelleri bulacaksın.

Ve göreceksin ki, binlerce yıl öteden,

Parmak izlerimiz değecek birbirine...

Kim bilir kaç yıl önceden taşlara yazılmış bir şiiri okuyorum. Taş değil bir kitap sanki. Parmak izlerimiz değiyor birbirine.

Ötelerden bir ses gelip saçaklardan aşağı düşüyor. Taşların üstünden kayıp kaldırımlarda kayboluyor.

-merhaba hemşerim…

-merhaba ustam…

Cebrail Keleş/Balıkçı Şef