İyi ki Kastamonuluyuz

Abone Ol

Ruhumun sesi, gönlümün nefesi, düşlerimin başkenti…”

Ülke olarak gündemimizde tek bir konu var o da seçim. Bu günlerde eline mikrofon alan kendini sokağa atıyor. Sosyal medya da yayın imkânı sununca, ilgi çekmek, etkileşim almak için herkes elinden geleni yapıyor.
Bunlardan sokak röportajlarıyla halkın nabzını tuttuğunu düşünen bir medya fenomeni de, 1 günlüğüne geldiği Kastamonu’da Nasrullah Meydanında emmilerime, dayılarıma, teyzelerime mikrofonu dayamış ve siyasi fikrini kime oy vereceğini sormuş.

Hiç beklemediği cevapları alınca da bizim hakkımızda epeyce bir olumsuz yorumla birlikte şöyle bir paylaşım yapmış.

-Başka şehirden gelip bir günlüğüne misafir olduğumuz bu şehrin insanları bize maalesef “keşke buraya hiç uğramasaydık” dedirtti.

Bunu gördük, okuduk. Üzüldük tabi ki haliyle deçok da kızdık. Kastamonu’yu birgünde tanımak mümkün mü?

Bir şehri, tek bir noktasında tek bir soruya verilen ya da verilmeyen cevaplarla datanımak mümkün olabilir mi? Üstelik genellemek de ne kadar doğru bir analiz olur,okuyan, izleyen, yorum yapan herkesin takdirlerine bırakmak isterim.

Sosyal medya paylaşımına yapılan yorumlarda da memleketimize büyük haksızlık yapıldığını görünce kendi kendime sordum.

Gerçekte durum böyle mi?

Acaba Kastamonu’yu ilk kez gören ve buralı olmayan biri ne hisseder, ne düşünür, sever mi buraları, buradan gittiğindearar mı, özler mi?

Dışarıdan gelen biri bu memleket hakkında ne düşünür.

Öyleyse gelin dışarıdan bir gözle bakalım, ilk kez bizim memlekete gelen, burayı ilk kez gören birinin öyküsünü anlatalım.

Bu bir Kastamonu masalıdır ve “severmişim diye başlar”
Öykümüz 2008yılında Ankara’dan Kastamonu’ya gelen bir otobüste başlar. Damla Demircioğlu, Cide Rıfat Ilgaz MYO Muhasebe ve Vergi Uygulamaları Bölümü'nü kazanır ve kayıt yaptırmak için ailesiyle birlikte Ankara’dan yola çıkar.

Kastamonu’ya doğru giden otobüstebir üniversiteli genç kız, annesi ve yakın akrabasından oluşan 3 kişilik bir aile vardır. Hayatlarında Kastamonu’yu hiç görmemişlerdir. Şehirle ilk tanışmaları da otogar ve misafirhane arasındaki yolda giderken gördüklerinden ibarettir.

Aile ertesi gün bir minibüsle Cide’ye doğru yola çıkarlar.Üniversiteli genç kıziçin yepyeni bir hayataatılan ilk adımın heyecanı, anne için ise endişeli bir gelecek kaygısı ağır basar.

Ankara bozkırından gelmişlerdir. Büyük şehrin beton ormanlarından sonra Kastamonu/Cide arasındaki kıvrılarak uzanan yeşil yol, üniversite öğrencisinin ruhuna ilaç gibi gelir.

Âşık olur bu şehre, doğasına, dağına taşına, bulutuna, deresine.

Bu ilk görüşteki aşk masalı “severmişim” diye başlar.

Kıvrım kıvrım giden o asfalt yolu, böyle akan dereleri, yemyeşil ağaçları, bulutları çok sever.

Tıpkı Nazım Hikmet’in o son 50 yılın en güzel 50 aşk şiiri olarak gösterilen şiirinde dediği gibi.

“Ilgaz ormanlarında yıl 920, bir keten mendil astım bir çam dalına

Ucu işlemeli

Yolları severmişim meğer

Asfaltını da


Gökyüzünü severmişim meğer”

Cide Günlüğü…

Bu uzun ince yeşil kıvrımlı yolda her aldıkları mesafede manzara değişir.

Değişmeyen tek şey ise zümrüt yeşili dağları, yanlarından akan gümüş renkli derelerin güzelliği ve her gördüğünü “severmişim” diye aklına gönlüne kayıt ettiğidir.

Nasıl sevilmesin ki, karşısında gördüğü manzara sanki tek renkli, sadece yeşil rengin tonları ile boyanmış eşsiz bir tablodur. Yeşile inat arada bir kahverengi lekeler gözükür. Onlarda yamaçlarda ahşap evleriyleyeşile gülümseyen köylerdir.

Adını bilmediği türlü türlü ağaçlar vardır.Hele Şenpazar/Dağlı geçidindebu ağaçların sarhoş edici kokularını, göz alıcı renklerini gördükçe bambaşka bir dünyaya geldiğini düşünür ve meğer ne çok “severmişim” der.

Yeşil tablonun içindeki farklı tonların ıhlamur, kestane, karaağaç, gürgen, titrek kavak, ve ahlat ağaçları olduğunu epey sonra öğrenmiştir. Çoğunu ilk kez görüyordur vehala da adlarını öğrenememiştir. Sadece çamlar tanıdıktır.

Yol devam eder, eski minibüs aşağı indikçe dağlar açılır, iyot kokusu sarar etrafı ve bir levha görünür kenarda,

-Cide’ye hoş geldiniz.

Yol bitmiş adı Karadeniz olsa da kendisi masmavi olan o enginliğe denize ulaşmışlardır.

Kitaplardan, fotoğraflardan, TV’lerden gördüğü denizi ilk kez kendi gözüyle görür.

Göğün mavisinden sonra elini uzatıp dokunacağı bir başka büyülü maviliği görür ve görür görmez de o maviye âşık olur. “meğer denizi ne çok severmişim” der.

Edip Cansever’in “Mavi huydur bende”şiirinde diyordu ya.

Mavi artık sevdadır.

Öyle bilirim.

Sürükleyendir, bitmeyendir…

Mavi olarak anlatmalıyım her şeyi…

İşte o günden sonra sevdanın adı mavi, sevginin rengi mavi, yaşama sevincinin adı mavi olur. Artık mavi bir renk değildir, sevdası olur.

Mavi olarak anlatır her şeyini.

Bir Cide mavisi, bir de deniz mavisidir sevdasının adı.

Ben mavi sevdasına Cide’de tutuldum…

Uzun yeşil bir yolculuk sonrası maviye kavuşan yollar onu Rıfat Ilgaz’ın memleketine Cide’ye getirmiştir. İlklerden birini daha yaşar,Rıfat Ilgaz’ın yazıları, kitapları, şiirleri ile tanışır.

Sarı Yazma kitabını okur,

“…Cide, doğduğum eşsiz, benzersiz memleket…

Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş! Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim…”

Geldiği yer büyükşehir, gittiği yer Kastamonu’nun en uzun sahil şeridine sahip Cide ilçesidir. Her fırsatta denize, maviliğe koşar. Hayallerini, umutlarını, sevdalarını Karadeniz’in dalgalarına yükleyip yollar uzaklara.

İnsanları tanır,

Buralarda riya, menfaat, ya da herhangi bir çıkar olmadan da yaşanabildiğini keşfeder.

Aradan yıllar geçtikten sonra artık Cide ve sevdalandığı maviliklerden çok uzaktayken, yitirmişken tüm umutlarını, o eski minibüsün getirip bıraktığı memleketi hatırlar.

Cide de doğmamış olmak onun tercihi değildir, ama onu memleketim diye sahiplenmeye de kimse engel olamaz ya.

Artık 2 yıl boyunca okuduğu Cide’yi ve Kastamonu’yu memleketim diye gönülden benimser. Nerde bir Kastamonu yazısı bulsa okur, fotoğrafı görse uzun uzun hasretle bakar. Niye Kastamonu diye soranlara da “Ruhumun sesi, gönlümün nefesi, düşlerimin başkenti…” diye cevap verir.

Artık Cide günleri bitmiş 2 yılın sonunda yine o büyük şehrin beton ormanına dönmüştür. Hayatta kalma, geçim, ekmek kavgasıdır onun verdiği. Her gün, her an hasretlik çeker o engin maviliği huzuru arar.

Şehrin boğucu trafiğinde giderken, iş çıkışı kalabalık sokaklarında yürümeye çalışırken bazen durup bir mola verir. En sıkıldığı zamanlarda, en umutsuz olduğu anlarda yaptığı gibi, gözünü her kapattığında olduğu gibi Cide’yi düşünür, o yeşil yolculuk ve sonsuz maviliğin huzur veren sesi gelir.

Ahhh memleketim der ağlar.

Kastamonu, kaderimin yazıldığı kent…

Aradan yıllar geçer, Nasrullah’tan o kadar su içmesine, dualar etmesine rağmen bir türlü memleketine kavuşma hayali gerçekleşmez.

Artık tüm umutlarının tükendiğini düşündüğü anda Doğanyurt'a memur olarak atanır “Artık çok mutludur. “Gönlümün başkenti” dediği memleketindedir.

Kastamonu’ya bir bilet, sadece gidiş olsun…

On yılların ardından yine bir otobüs Ankara’dan yola çıkar. Yıllar öncesinde bilinmeze doğru çıkılan ve gidiş/dönüş olarak alınan bilet, bu sefer tek gidiş olarak alınır.

Ankara otobüsü Kastamonu otogarına bırakır, oradan da yine bir minibüse biner. Yine yeşilin her renginin harman olduğu yollardan geçer.

Memleketindedir mutludur ancak, asıl sevdasına İnebolu Çuha doruğundan aşağı sallandığında kavuşur. Uzakta, ufukta belli belirsiz gökyüzünün maviliğine karışan Karadeniz’i görmüştür.

Mavi huydur bizde diye mırıldanır,

Bir yanında mavi Karadeniz, bir yanda yeşilin her tonuyla bezenmiş tepeler. Kıvrıla kıvrıla Doğanyurt’a doğru giderken tatlı bir rehavet çöker,

Memleketinde olmanın evine gitmenin huzuruyla,

Doğanyurt’a hoş geldiniz diyenlere, “ hoş buldum memleketime” der.

Kastamonu’ya bir günlüğüne gelip,

“Kesinlikle genelleme yapmak istemezdim ama diğer şehirlere kıyasla Kastamonu halkı baya baya kabaydı.”

“keşke buraya hiç uğramasaydık”

Diyenler.

Büyük şehirden gelip burada 2 yıl kalan ve kendini Kastamonulu olarak tanımlayan genç bir üniversitelinin öyküsüdür bu.

Hatta yolunuz Doğanyurt’a düşerse bizzat kendisine de sorabilirsiniz.

Bu Kastamonu aşkı niye diye?

“-Bir şehri sevdiren dağ taş toprak değil, o şehirde yaşayan insandır. Kastamonu benim için sadece dağ taş değil, ruhumun sesi, gönlümün nefesi, düşlerimin başkentidir”

 “Kendine gezgin” olan Balıkçı Şef de der ki;

Gönlümün sol alt köşesi olan memleketimizi tanımak için; 1 gün değil, bir yıl değil, bir ömür yetmez.

Bir şehri tanımak için o şehrin sokaklarında kaybolmak,

Sevmek,

Saymak gerekir.

Yarım asırlık hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim Kastamonu’nun 1055 köyünde ayak izim olsa da, her sokağını objektifimle kaydetmiş olsam da, her barajında, göletinde olta sallamış olsam da,

Asla tanıdım diyemem,

Ama tüm gönlümle “Memleketim Kastamonu” diyebilirim.

Cebrail Keleş/Balıkçı Şef