Bordo, su yeşili, kırmızı

Abone Ol

Renk körü olmak mı lazım hatıraların kezzap şiddetindeki acısından kurtulmak için, ömrümüzün yaprakları renk renk dökülüyor, dalları kürdana dönmüş ağacız artık…

Ne aşı tutar bu saatten sonra ne budama.

Tren istasyonunun tek gidiş peronunda istihdam edilmiş “sus ağacı” olduk…

Kökümüze giden su gözyaşımız. 

Sabah sabah göz göre göre anlatılmaz bir keder içinde yeniden yeniden okudum…

Cemil Özel’in 2 Aralık 2020 tarihli Kastamonu Gazetesi’ndeki yazısını (https://www.kastamonugazetesi.com.tr/hastane-orman-olukbasindan-daha-uzaklara/).

Başlığı “Hastane, Orman, Olukbaşı”ndan daha uzaklara…”…

O “daha uzaklar” zihnimde matkap ile delinmiş yara.

Alçı tutmaz…

Boya kapatmaz.

Bir pasaj okuyalım…

“Adliye önündeki dolmuş durağında, belediyenin biri yarı burunlu bordo, diğeri burunsuz su yeşili Ford minibüsleri beklerdi. Hemen önlerinde ise Muammer’in taksi dolmuş mavi “şevrolesi”…

Ve beyaz şapkasıyla yolcu çekebilmek için kelimeleri yuta yuta sefer güzergahını yineleyip duran Kâhya Suat…

Vilayet ve Nasrullah, hadi bir tık daha gidelim Vilayet ve Çengeller köprüleri arasına sıkışmış şehir merkezinin ulaşım olarak uzağına düşen tek güzergahı yani: Hastane, Orman, Olukbaşı…

Olukbaşılılar olarak lüksümüz olan ilk toplu taşıma araçlarından birinin kaptanıydı Fahrettin Ağabey…

Salim Ağabey’in, Osman Ağabeyin alt devresiydi…

Sinema bileti ve gazozla birlikte 2.5 liranın içine sığan minibüsle ulaşım keyfini bize yaşatan güleryüzlü, esprili ağabeyimizdi.”

Baki kalsın keder…

Daim sinede yansın.

Adnan (Kuşçu) ağabey not düşmüş “Kırmızı otobüs” yazımın altına…

“Coz Ali’ye, Jet Mehmet Abi’ye, Abayoğlu’na Allah rahmet eylesin.”

“1995” tarihini vermiş kırmızı otobüslerin tarih sahnesinden çekilmesine dair Adnan ağabey…

“Hataydı” tespitini düşmüş.

Ufuk Dravor “3 uzun Otokar alınmıştı” dedi…

“Körüklü” denecek kadar “uzun”.

Hatırladım vallahi…

Diğerleri “külüstür” idi, o yenileri “jilet”, “can atardık” binebilmek için.

Renkli biletleri vardı…

Yetişkin ile öğrenciyi ayıran.

Bilet kulübesi…

Parmak ıslamak için “sünger”.

Mazi kalbimde yaradır…

Bordo, su yeşili, kırmızı.

Not: Eczacı Edip Nazlı yeni bir tartışma konusu açtı…

“Köpek honlar mı, havlar mı?”

“Havlar” dedim…

“Sen nereden bileceksin?” dedi.

Dediğine göre “Honlar” diyebilecek az insan kalmış Kastamonu’da…

“Honlar” diyebilmek ayrıcalık besbelli.

Bu “Aristokrat” tavır nedeniyle Eczacı Edip Nazlı diktatörlüğünü yıkmak istiyoruz zaten…

“Havlar” diyen halk çocuklarının komutanı “Doktor Adil (Yılmaz) Bey”.

Köpeklerin beka sorunu ilan edilmediği evvel zamanlarda şehrimizdeki köpek sahiplenme ritüeli üzerine çıktı mevzu…

Emekli maaşlarının yetersizliğini konuşacak halimiz yok.

“12 bin 500” liraya dünya giriyor…

Onlarca “susamlı simit” misal.

Şehrin henüz apartman batağına batmadığı yıllar…

Evin bahçesine köpek bağlamak lazım, dost var, düşman var.

Sahibi satacağı köpeği Saat Kulesi’ne çıkarırdı…

Talipli de Kale’nin tepesine.

Köpeğin önüne “manca” yahut kemik atılır ve yemesi engellenirdi…

Asabiyetinin tavan yapması ile “honlardı” köpek.

İşte o sesin Kale’den duyulması lazımdı köpeğin makbul kabul edilmesi için…

Talipli kulağını Saat Kulesi’nden gelecek “honlamaya” verirdi.

Hey gidi Kastamonu…

“Honlama” sesine hasret kalacağımız günler de mi olacaktı?

Her neyse…

Siz ne diyorsunuz, köpek “honlar” mı, “havlar” mı?

Bence “havlar”…

Eczacı Edip Nazlı’nın inadına.