Nisan yağmurlarının ıslattığı taşlı yollarda eski Kastamonu sokaklarında yürüyorum. Karşımda kale, önümde taşlı bir yol, aklımda Ahmet Telli’den bir şiir var;
Sığındığım her yer adınla anılır,
Bir de gülüşün eklenir kimliğime,
…
İlk gördüğümde sevdiğim bu kent, benim sığındığım son gönül olan Kastamonu’dur. Dağına, taşına, ormanına ama illaki Ilgaz’ına sevdalı Balıkçı Şef’in ilk göz ağrısı, son durağıdır.
Bir de gülüşün eklenir kimliğime, diyen şaire selam edip,
Bir de adın eklendi kimliğime diyorum ve kayboluyorum Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında.
İşte şiir gibi kentimin her biri ayrı güzellikte ve hepsi bu şiirin,“beytü'l-gazel” i olan sokaklarındayım. Kimi zaman bir caminin yüzlerce yıllık ahşap kapısının önünde durakalıyorum, kimi zaman kendimi bir konağın sokağa bakan kafesi (muşabak) ya da taş konağın kilit taşına bakarken zamanı unutmuş halde buluyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar, hayatına giren ve derin izler bırakan şehirlerini anlattığı “ Beş Şehir” adlı deneme/seyahat kitabının başında "Beş Şehir ‘in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır(arzudur). İlk bakışta birbiriyle çatışır görünen bu iki duyguyu sevgi kelimesinde birleştirebiliriz. Bu sevginin kendisine çerçeve olarak seçtiği şehirler, benim hayatımın tesadüfleridir." der.
Ben de ne zaman bu eski sokaklara çıksam kendi hayatımdaki kaybolan tüm şeyleri arıyorum. İşte şu penceresinden sarı ışık sızan güllü perdenin ardından bakan belli belirsiz bir çift çocuk gözü beni alıp taa eskilere götürüyor.
Bundan çok çok eski yıllar, Ilgaz’ın öte yanında bozkırdaki bir kenar mahallede, Ramazan günlerinde iftar zamanı,
Babamın sırtında taşıyarak yaptığı tek göz kerpiç evde, annemin elleriyle diktiği, o güllü dallı perdesinin arasından, minarenin ezanla yanacak ışığını beklediğim günler. Yer sofrasında geyik motifli soframızı üstümüze çekip, aynı tencereye kaşık salladığımız kaybolan zamanlar.
Yeni şeylere karşı hep bir arzumuz var, asla vazgeçemiyoruz. Ama eskiyi de unutmak mümkün olmuyor. Bu iki duygu birbirine giriyor. İkisini birleştiren şeyin sevgi olduğunu söylüyor Tanpınar. Doğru söylüyor.
Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı…
Eski ve yeninin harmanlandığı sokaklardayım. Bir yandan kaybolan eskiyi, bir yandan da vazgeçilmezimiz olan yeninin (cep telefonu, kamera, araç, kamera, kıyafet gibi) kolaylıklarının keyfini sürüyorum.
İbn-i Neccar Camisi, (Eligüzel camisi) vakıf hamamı civarında geziyorum. Caminin giriş kapısının karşısında ona bakıyorum. İlk gördüğümden bu güne kadar ne zaman gelsem ne zaman baksam hayranlığım daha da artıyor.
“Kastamonu İbn-i Neccâr Cami, Candaroğulları Beyliği hükümdarlarından Adil Bey döneminde Dülgeroğlu adıyla şöhret bulan Murat oğlu Hacı Nusret tarafından Miladi 1353 yılında yaptırılmış olup dönemin ilk camisi olma özelliğine sahiptir. Caminin en dikkat çekici kısmı ahşap kapısıdır. Ahşaptan çift kanatlı tamamen oyma olan kapı orijinaldir. Cami bütün bu özellikleriyle birlikte Anadolu mimari tarihinde tek kubbeli camilerin ilk örneklerinden bir tanesidir.”
Yine Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabına dönüyorum.
“-Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı.”
İnanılmaz bir sanat eserinin karşısındayım.
Kim bilir hangi dağda, hangi memleketin ayak basmamış yörelerinde yüzlerce yıl boyunca büyüyen gelişen ağacı alıp ona sonsuz bir hayat kazandırmak için kesip biçen yontan, inşa etmeyip adeta ibadet edercesine işleyen ustanın el izini, göz izini arıyorum.
Uzanıp dokunduğum bu ağaç parçasına usta ruhundan bir parçayı da işlemiş olmalı. Öylesine etkileyici.
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Sanatları Tarihi Bölümü hocalarımızdan Aralık 2016 yılında Tarih Okulu Dergisi (TOD) Yard. Doç. Dr. Mustafa KURUL ve Yüksek Lisans öğrencisi Nezahat SERİN tarafından yayınlanan “KASTAMONU İBN NECCÂR CAMİSİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME” araştırma makalesini okuyorum.
Kasaba Mahmut Bey camisinin muhteşem kapısını yapan ustanın bir eseri daha olduğunu biliyor musunuz?
“Yapılan araştırmalar neticesinde Kastamonu’da halen ayakta olan toplam yüz seksen bir adet tarihi yapı tespit edilmiştir. Bu yüz seksen bir adet tarihi yapıdan; dört’ü Selçuklu ve Çobanoğulları dönemine, on ikisi Candaroğulları dönemine, otuz dört tanesi de Osmanlı dönemine ait olmak üzere elli tanesi cami,
Yirmi beş tanesi Selçuklu ve Beylikler dönemi, otuz dokuz tanesi de Osmanlı dönemine ait olmak üzere altmış dört tanesi türbe,
Üç tanesi Beylikler dönemine sekiz tanesi Osmanlı dönemine ait olmak üzere on bir tanesi medrese ve kütüphane,
Yine üç tanesi Beylikler dönemine altı tanesi ise Osmanlı dönemine tarihlendirilen dokuz tanesi han ve kervansaray,
Altısı beylikler dönemine sekiz tanesi ise Osmanlı dönemine ait on dört tanesi hamam ve tamamı Osmanlı dönemine tarihlendirilen otuz üç tanesi de çeşme ve şadırvandır.”
İbn-i Neccar (Eligüzel Cami) giriş kapısı yeni düzenlenen haliyle çok güzel görünüyor. İlk görüşte zaten herkese çok tanıdık gelen bu kapı, tüm dünyada tanınan bilinen ünlü Kasaba Mahmut Bey camisinin kapısını yapan ustanın elinden çıkma.
Kapıdaki ve camideki kitabe çok anlamlı.
Kapı Kanatlarının üzerindeki yazı şöyledir; Yüce ve Kutsal olan Allah Teâlâ şöyle buyurur; “Mescitler Allah’a (ibadet etmeğe) mahsustur. O halde (oralarda) Allah’a ibadetin yanı sıra başka kimseye ibadet etmeyin.”
Vita tenekesinde sardunya ne anlama gelir ki?
Bu kadim şehrin en eski yapılarından olan kalesine doğru yokuş yukarı çıkarken, elimde makine kim bilir kaç kez geçtiğim sokaklarından ilk gez görüyormuşçasına etrafa merakla bakıyorum.
Yağmur başlıyor. Yerdeki taşlar daha bir parlıyor, yıkanıyor, arınıyor tozdan topraktan. Birden duruyorum, pencere pervazında sardunya ekilmiş bir yağ/boya/salça tenekesi görünce içimde bir şeyler kopuyor. Hatıralarım arasında çok net bir fotoğraf beliriyor.
Mıh gibi çakılmış bir görüntü.
Sarı renkli, mavi kocaman “VİTA” yazılı bir teneke saksı görüyorum. İçinde kırmızı sardunyalar açmış. Onu seven, nasırdan çatlamış, incitmemek için değmeye korkan bir el görüyorum parmakları kınalı.
Başında beyaz çarı, üstünde yeleği, ayağında kara lastiği ile bir nazlı köy gelini görüyorum.
Gittiğin cennette sardunya yetişir mi annem,
Ağır geliyor özlemim, kimseyle paylaşmadığım hasretim, Nazım ustanın dediği gibi;
"Özlemin azı çoğu olmaz, ağırdır işte."
Yağmurla yıkanan sokakların kaldırımlarına, gözlerime ağır gelen iki damla da tuzlu su karışıyor.
Bir şehri tanımak için kaybolmak lazım eski sokaklarında…
Bir şehri tanımak istersen ara sokaklarında kaybolman gerekir diye bir söz okumuştum. Gerçekten de sokaklarında kaybolmadığın bir kenti tanıdım diyemez insan. Bu kaybolma fiziksel olarak yolu kaybetme değil o sokakta bir yabancı değil o sokağın bir parçası haline gelmek, o tarihi dokuda erimek, onun içinde yoğrulup ona dönüşmek demektir.
Bir bahar günü işyerimden başladım yürümeye, nereye gidiyorsun dediler,
Yüreğimin götürdüğü yere dedim.
Daday kavşağında kiraz ağaçları açmıştı, dere boyundan Nasrullaha geldim. Yorulup meydanda oturmak istedim yağmur bırakmadı, ben de laleleri fotoğrafladım.
Sarı nergisler açmıştı.
Ben bu şehirde kayboldum. Üstat Necip Fazıl “Canım İstanbul” şiirinde;
“Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.” der.
Balıkçı şef de memleketi için;
“Sığındığım her yer adınla anılır,
Bir de gülüşün eklenir kimliğime” der.
…