Acının rengi var mıdır?

Yaşadığın yerden sürgün olmak nasıl bir duygudur bilen var mı?

Abone Ol

 “Kırıkkale, 1941 yılında belediye statüsüne kavuşmuştur. Kırık köyü arazileri üzerine kurulmuş, gelişmiş ve büyümüştür. 1920'lerde Mühimmat Fabrikasının temellerinin atılması, DDY buradan geçmesi gibi unsurlar şehrin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Mühimmat Fabrikasının üretime geçmesiyle şehir göç almaya başlamış ve 12 hanelik Kırık köyü, 1929 yılında bucak yapılarak “Kırıkkale” biçiminde kullanılmıştır.”

“MKE Mühimmat Fabrikası’nda 3 Temmuz 1997 tarihinde meydana gelen patlamada 2’si çocuk 4 kişi vefat etmiş, patlama nedeniyle, fabrika çevresinde oturan onlarca kişi de yaralanmıştı. 40 bin konut hasar görmüş ve milyarlarca lira maddi zarar meydana gelmişti. Patlamalar nedeniyle şehir merkezi boşaltılmış. İnsanlar araçlarıyla şehri terk etmiş. Araçları olmayanlar ise dağlara, tepelere çıkmıştı.

Halk 3 gün boyunca şehir dışında konaklamıştı.”

Son 10 gündür kirli bir savaşın acı görüntüleri tv de bir bir geçiyor. Akşam haberlerinde yani tam da yemek saatinde izlediklerimize kimin yüreği dayanabilir ki.

Benim de yüreğim dayanmıyor.

Bir halkın aç susuz halde, kendi vatanından, evinden sürgününü izliyoruz. Elektriğin, suyun, ekmeğin,  insanlığın, en önemlisi de merhametin olmadığı, gökten yağmur değil ölümün yağdığı görüntüler akıyor ekrandan.

Bu durumda nasıl yemek yiyebilir insan, ekmek boğazda düğümleniyor, suya el gitmiyor. Torunlarım yaşlarında çocukların perişan görüntüleri içimi acıtıyor.

Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.

Artık yaşlandım ya özellikle çocukların acı çekmesine hiç dayanamıyorum.

O küçücük çocukların cansız bedenleri, korku dolu bakışları, insanların yaşadıkları yeri terk etmek için her türlü vasıtayla kaçmaya çalışmaları. Bizler seyretmeye bile dayanamazken, yaşayanların ne halde olduğunu düşünmek bile insan olan herkesi kahrediyor.

İnanılmaz bir trajedi yaşanıyor. “Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın.” Der yaTolstoy…

Kimse duymuyor mu o çocukların acısını. Hiç mi insanlığınız kalmadı içinizde.

Ben de çok kısa süre de olsa yaşadım, az çok bilirim o korkuyu, o çaresizliği. Yerinden yurdundan edilmenin acısını ve belirsizliğin insandaki yarattığı o korkuyu iliklerime kadar hissettim.

Bir baba olarak çaresizliği tattım.

Paranın geçmediği ismin, sıfatın hiçbir önemi olmadığını bizzat yaşayarak öğrendim.

Dostluğu da, insanlığı da, zorda kalanın sırtından faydalanmayı bir marifet sayanları da gördüm.

Nasıl mı?

Bundan 26 yıl önceydi. O zamanlar Kırıkkale de Köy Hizmetleri İl Müdürlüğünde çalışıyoruz. Çocuklarımız henüz küçücük bebek sayılacak yaşta, iş yerimiz de şehrin bir ucunda, biz diğer ucunda baba evinde oturuyoruz.

3 Temmuz 1997 yer Kırıkkale…

Şehir merkezine yaklaşık 15 km mesafede bulunan Yahşihan ilçe sınırlarında kurulan Köy Hizmetleri İl Müdürlüğünde Makine İkmal İşletme Şefliği odası.

Her zamanki rutin işler…

Sabahın daha ilk saatlerinde ne olduğunu anlayamadığım büyük bir gürültü oldu, adeta yer sarsıldı, bina temelinden oynadı. Herkes dışarı koştu dairede bir şey, kalorifer kazanı, yakıt tankeri vs. patladı zannettik.
Aradan bir süre geçince anlaşıldı ki şehirdeki MKE ait mühimmat fabrikalarından birinde patlama olmuş. Olur dedik, alışığız nasılsa, arada bir patlama oluyor diyerek işimize gücümüze döndük.

Ancak küçük küçük patlamalar devam edince endişelenmeye başladık.

Sonrasında şehirden korkutan haberler gelmeye başladı. Mühimmat fabrikasında bir yangın çıkmış, büyük çaplı bombalar patlayacak, şehir havaya uçacakmış. Herkes bir şekilde evine, ailesinin yanına gitmeye çalışmaya başladı.

Bu arada bizim iş yerimiz şehrin 15 km dışında, evimiz de şehrin tam aksi istikametinde. Yani ulaşım için en kötü durumdayım.

Kendime ait bir aracımda yok.

İlk bulduğum vasıtayla en azından şehir merkezine gelebildim. Ama evimiz kenar mahallede ve hayli uzak bir konumda, dolmuş aradım yok, otobüsler ortada gözükmüyor. Her şey birbirine girmiş vaziyette.

Şehre yakın konumda olan fabrika tarafından siyah bir duman çıkıyor. Ambulans, sirenler, itfaiye araçları, polis jandarma herkes panik içinde koşuşturuyor.
Benim amacım bir an önce eve, çocukların yanına ulaşabilmek. Yürüyerek olsun gideyim diyerek sanayi içinden mahalleye doğru hızlı hızlı yürüyorum.

İlk kez bir bombanın patlamasını bu kadar yakından gördüm…

Bir yandan yürüyor bir yandan fabrika tarafına bakıyorum tam o anda gözümün önünde gökyüzüne doğru kıpkırmızı bir alev sütunu çıkmaya başladı…

Havaya doğru dimdik bir şekilde çıkan kızıl sütuna bakakaldım.

Sonra uç kısmı mantar gibi açılmaya başladı. Kızıl alev rengi alttan itibaren koyulaşmaya siyah bir dumana dönüşmeye başladı.

Büyülenmiş gibi bakıyordum.

Ne bir ses, ne bir sıcaklık, hiçbir şey yoktu.

Daha o mantar kaybolmadan görünmez bir güç öyle şiddetli bir basınçla bana çarptı ki. Kendimi anında yerde buldum. Etrafımdaki dükkânların önündeki eşyalar devrildi.

Ve sonrasında o kulakları sağır edici ses geldi.

Şimdiye kadar savaşı, bombaların düşüşünü sadece filmlerden izleyen ben, şaşkınlık içindeydim. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmez halde sadece eve doğru koşuyordum. Aklımda sadece çocuklarım vardı.

Yol o kadar uzadı ki,

O kadar dermansızdım ki,

O kadar korkmuştum ki…

Eve geldiğimde kimseyi bulamayınca daha da korktum. Evde sadece yaşlı babam vardı. Çocuklar çok korkunca halaları gelmiş onları almış uzaklaştırmış. Yakındaki kırsal araziye doğru gitmişler.

O sırada daha da paniği arttıran bir başka olayda mahallede gezen resmi araçlardan geçen anons olmuştu.

-Şehri en kısa sürede terk edin, kapıyı pencereleri açık bırakın patlama olursa içerde basınç dolayısı ile zarar görmesin.

Babam evine, bağına bahçesine bağlı ve her şeyin Allah’tan geldiğine en kalbi duygularıyla iman etmiş bir insan,

-Ben gitmiyorum eğer ecel gelmişse her yerde gelir siz gidin dedi.

Neyle, nereye, nasıl gidebilirim ki?

Aracı olanlar binip güvenli yerlere, yanlarına yiyecek içeceklerini de alıp gitme şanslarını buluyorlardı. Daha da tedbirli konu komşu, eş dost ise en azından bir battaniye, tüp, tencere, ocaktaki yemeği arabaya atmayı akıl edebiliyorlardı.

Hanım bir poşete kek bisküvi bir şeyler koydu, çocukları bulmak için kalabalığa karıştık. Cep telefonu yok. Yolda rastladığımız tanıdıklara soruyoruz, gördünüz mü bizimkileri diye.

En sonunda bir ağacın gölgesine sığınmış halde bulduk.

Her gelen öyle abartı haberler vermiş ki, bir an önce gidelim demişler ve buraya kadar ancak gelebilmişler.

Artık biz de o mahşeri kalabalıkla beraber yürümeye başladık. Kimse ne olduğunu bilmiyor, birkaç saat kırda eğleşip döneceğiz diye düşünüyoruz. Rahmetli annem topuk dikeninden rahatsız yürümekte çok zorlanıyor. Ama bizi de engellememek için ne kadar ağrı, acı çekse de belli etmiyor.

Gidebileceğimiz en yakın köye ulaştık.

Köy hiç olmadığı kadar kalabalık, her yerde öbek öbek insan topluluğu var. Tanıdıklar bir araya toplanmışlar, her aile kendi tanıdıklarından bir topluluk oluşturmuş.

Biz de kız kardeşlerim, annem ve çocuklarımla birlikte tanıdık birinin evine sığındık. Çocuklar aç, evin hanımı elde ne varsa getirdi ama misafir o kadar çok ki yetmiyor.

Biz şehrin bu tarafında yani Samsun tarafındayız, Ankara çıkışında olanlar daha şanslıymış sonradan öğrendik. Ankara BŞ Belediyesi seyyar fırın, ekmek, battaniye, ulaşım işin araç yollamış.

Akşam oldu, gidecek yerimiz yok. Yiyecek yok. Ha bire kara haberler geliyor, fabrikadaki yangın şiddetlenmiş her an çok büyük bir patlama olacak ve şehir haritadan silinecek o yüzden en az 30 km uzağa gitmemiz gerekiyormuş.

Köy evinden çıktık, o sırada bir kasalı kamyon geldi, zorlukla içine binebildik. Şehir çıkışında bir benzin istasyonuna getirdi bıraktı bizi.

Tesiste oturacak yer yok bir kamyon kasasında gelenler olarak son çare mescide sığındık.

Çocukların açlığını tesisten alabildiğimiz cepte ne kadar nakit varsa aldıklarımızla gidersek bile korkularını bastıramadık.

Gece kadınlar, çocuklar, yaşlılar mescitte uyudu. Biz dışarıdaydık.

Sabah olduğunda eve dönme umuduyla yetkililere sorduk, polisler;  hayır dedi şehre giriş çıkış yasak.

Bir şans eseri transit geçişe izin verilen yolcu otobüsü tesise girince bizi de götürmesi için pazarlık ettik.
Neyse geçelim o kötü anları, bindik bir şekilde.

Çocuklarımın gözlerindeki korku, endişe, otobüs şehirden tamamen uzaklaşıncaya kadar kaybolmadı. Tüm gece uyumayan çocuklarım ancak o zaman gözlerini kapatıp uykuya dalabildiler.

Evden uzak her yer gurbettir.

Evimizden uzakta, üstümüzde başımızda ne varsa öylece geldiğimiz evde gözümüz kulağımız tv de haberlerdeydi. 2 gün sonra şehre giriş serbest hale gelince ancak evimize dönebildik.

Şimdi aradan geçen çeyrek yüzyıl sonra o anları hatırladığımda hala huzursuz ve tedirgin olurum.

Annemin ayağı rahatsız yürüyemiyordu,

Babam hiç yola bile çıkmadı, tefekkürle evde bekledi.

Çocuklarım küçüktü,

Aracımız yoktu.

Her an patlama olacak diye bekliyorduk.

Şimdi tv de göçe zorlanan insanların dramını izliyorum. Annelerin fedakârlıklarına, babaların çaresizliğine, çocukların korkuyla bakan gözlerine bakıyorum.

Öyle tanıdık ki…

Kendi öz yurdunda sürgün olmak,

Güvenli bir dakikanın bile olmaması,

Dayanılacak gibi değil.

Bu haberler, görüntüler ve sosyal medyaya yansıyan vahşet görüntülerinden içim daraldı, atıyorum kendimi dışarı. İçime serin ama tertemiz Kastamonu havasını çekiyorum dolu dolu.

Çok güzel bir hava var dışarıda.

Kuşlar neşeyle uçuyor, dallar esen hafif rüzgârla salınıyor nazlı nazlı. Son günlerde içimizi soğutan yağmurlu hava yerini masmavi gökyüzüne, sıcak güneşe bıraktı.

Her şey o kadar güzel ki;

İnsan Dostoyevski’nin o ünlü sözünü demeden geçemiyor;

“Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?”

Cebrail Keleş/Balıkçı Şef
20 Ekim 2023/Kastamonu